Oğuz Atay (d. 1934, İnebolu, Kastamonu, Türkiye) - (ö. 13 Aralık 1977 İstanbul, Türkiye), Türk yazar.
Babası, VI., VII Dönem Sinop, VIII. Dönem Kastamonu Milletvekilliği yapan Cemil Atay'dır. 1951'de Ankara Maarif Koleji'ni, 1957'de de İTÜ İnşaat Fakültesi'ni bitirdi. Üç yıl sonra İDMMA İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (şimdiki Yıldız Teknik Üniversitesi) İnşaat Bölümü'nde öğretim üyesi oldu. 1975'te doçent olan Atay, Topografya adlı bir de mesleki kitap yazdı. Çeşitli dergi ve gazetelerde makale ve söyleşileri yayınlandı. Oğuz Atay, Tutunamayanlar'ın 1971-72'de yayınlanmasından sonra, önemli bir tartışmanın odak noktası oldu. Bu romanıyla 1970 TRT Roman Ödülü'nü kazandı.
"Tutunamayanlar" ve "Tehlikeli Oyunlar"ın başında "Sevin'e" ithafını görürüz; bu Oğuz Atay'ın tek gerçek tutkusu Sevin Seydi'dir, iki kitap da ona adanmış. Sevin Seydi aslında Oğuz Atay'ın en yakın arkadaşı Uğur Ünel'le 1957'de evlenir. Bu sırada Atay da Fikriye Hanım'la evlidir. 1967'de iki çift de farklı nedenlerden boşanırlar. İşte Atay ve Sevin Seydi'nin yakınlaşmaları da bu dönemde başlar, birbirlerine destek olurlar.
Çok güzel olmamasına rağmen zekâsı ve kültürüyle çevresinde gizemli bir çekim alanı oluşturur Sevin Seydi. Seçkin bir aileden gelmektedir, babası Edip Seydi İstanbul mason locasının önde gelenlerindendir. Seydi Arnavutköy Amerikan Kız Koleji'nin ardından Londra'da resim eğitimi görür. Tuhaf bir şekilde Atay'ın da en çok görmek istediği şehir -belki de Sevin Seydi'nin etkisiyle- Londra'dır. ("Korkuyu Beklerken" adlı öykü kitabında da "hep Londra'yı görmek isterdim" der kahramanlardan biri). Bu birlikteliğe rağmen Ünel ve Atay'ın dostlukları sarsılmaz.
İroni sanatının mühendis prensi: Oğuz Atay
Eserlerinde yaşamına dair ipuçlarını yakalayabiliriz: Korkuyu Beklerken'de kahramanlardan biri en çok görmek istediği şehrin Londra olduğunu söyler; Oyunlarla Yaşayanlar'ın kahramanının karısı da Fikriye gibi terzilik yapmaktadır. Babama Mektup' ta
Tutunamayan İnsanın İzinde Yürüyen Roman
1923 yılından bugüne kadar olan dönem kabaca incelendiğinde, Türk romanının konu içeriği ve yazım tekniği açısından iki büyük dönemeç geçirdiğini söyleyebiliriz. Cumhuriyetin ilanıyla yaşanan siyasal, toplumsal ve kültürel değişimin ortaya çıkardığı “köy romanı” bu dönemeçlerden ilki olarak kabul edilmektedir. “Köy romanı” aracılığıyla o döneme kadar sözü edilmemiş olan Anadolu insanının yaşamı, dünya görüşleri, düşünce biçimleri, alışkanlıkları, davranışları, kaygıları ve özlemleri anlatılmıştır. İkinci büyük dönemeç ise toplumda yaşanan siyasal çalkantıların ve kentleşme olgusunun ortaya çıkardığı bunalım, yabancılaşma, aydın insanların yalnızlığı gibi pek çok konunun batılı yazarlar tarafından kullanılan yeni yazım teknikleriyle işlenmesidir. Örneğin “bilinç akışı ve iç konuşmalar” bu tekniklerden biridir. İşte tam bu noktada, anlatım ve biçim açısından bir “ilk” ile karşılaşıyoruz. Oğuz Atay tarafından kaleme alınan “Tutunamayanlar”, Cumhuriyet sonrası Türk roman tarihindeki ikinci dönemecin en önemli, en atılımcı eseri olarak kendini gösteriyor.
“Tutunamayanlar” içeriğiyle ve içeriğini sunuş tarzıyla klasik roman geleneğine yönelmiş bir başkaldırıdır. Bu durumun en açık göstergesi romanın kurgusunun tektonik olmayan yapısıdır. Sonuca doğru konu-olay tutarlılığı içinde ilerlemek yerine, olayların içerisindeki ayrıntıların üzerine giden, olayların zincirleme örgüsünü sıradan biçimde okuyucuya vermeyen “gel-git” bir yapıya sahiptir. Ayrıntılar ve yüklü açıklamalar çoğu zaman ardışık düzende değildir. Romanda yer alan karakterler salt olayları vurgulamak veya serüven yaşamak için değil, tersine, olaylar kahramanların ruhsal yapısını çözümlemek içindir. “Tutunamayanlar” da ayrıntılar bilinçli olarak ayıklanmamıştır. Çünkü Oğuz Atay’ın roman anlayışındaki ayrıntılar çürük şeyler değildir ve ruh çözümlemeleri için projektör görevini üstlenmişlerdir. Oğuz Atay romanın kurgusunda bütün anlatım olanaklarını denemiş, olay parçacıklarının içindeki her ayrıntıyı okuyucuya titizlikle vermiştir.
1970 TRT roman ödülünü sahiplenen 776 sayfalık “Tutunamayanlar”, Oğuz Atay tarafından karmaşık anlatım teknikleriyle işlenmiş, iç ve dış konuşmalarla donatılmış dört bölüm, yirmi bir alt bölümden oluşuyor. Eserde bu bölümlere ek olarak “Sonun Başlangıcı”, “Yayımcının Notu” ve “Turgut Özben’in Mektubu” isimli üç özel bölüm daha bulunmaktadır.Bu özel bölümlerde romanın iskeleti okuyucuya anlatılmakta, kurgudaki boşluklar doldurulmaktadır. Romanın geri kalanı ise ruh çözümlemeleri ve konuyu desteklemek için gelişen olay parçacıklarının yoğun ayrıntılardır.
“Tutunamayanlar” çok bilindik iki kutup hakkındaki bir çok konudan ve çekişmeden bahseder. Bir tarafta batı kültürüyle rast gele bezenmiş, yerleşik küçük burjuva yaşantısının sıkıcılığı ve sıradanlığı dururken, diğer tarafta sanatçı ruhlu insanların toplum kurallarıyla olan çelişkileri ve iç hesaplaşmaları vardır. Bunun yanı sıra küçük burjuva yaşantısı, ironi içeren deyişler ve zekice benzetmeler aracılığıyla alaya alınmıştır. Oğuz Atay iğneleyici zekasıyla birlikte mühendisliğinden kaynaklanan sistematik düşünce gücünü eserine yansıtmış, böylece hicivle zenginleşmiş uzun cümleleri ve birleşik kelimeleri ustaca kullanmıştır.
Romanda bulunan ilginç anlatım deneylerini incelemeden önce romanın baş karakterlerinden ve kurgusundan bahsetmek yerinde olacak diye düşünmekteyim. “Tutunamayanlar” da iki baş karakter vardır. Selim Işık ve Turgut Özben. Bu karakterler önceki paragrafta bahsettiğim kutuplaşmanın simgeleri sayılabilir. Turgut’un ve Selim’in yanı sıra sonuca ulaşmak için roman boyunca tanımlanan gizli bir karakter daha vardır. Bu gizli karakteri “Tutunamayan İnsan” diye tanımlayabiliriz. Romanın sonunda bulunan, “Türk Tutunamayanlar Ansiklopedisi”, açıklanmak ve anlatılmak istenen “Tutunamayan İnsan” portresinin ulaştığı noktalardan biridir. “Tutunamayan insan” çerçevesi romanın tümünde sunulan ayrıntılarla birlikte, bunalımları, çelişkileri ve olaycıklar karşısındaki düşünceleriyle, yavaş yavaş, bilincimize oturur. Dokuzuncu. alt bölümden başlayıp, romanın sonuna kadar giderek artarak karşımıza çıkan bir diğer isim de “Olric”tir. Olric, Turgut Özben’in iç benliğidir. Turgut Özben burjuva hayatından uzaklaştığı kadar kendi iç benliğine, Olric’e yakınlaştığını görüyoruz.
“Tutunamayanlar” içeriğiyle ve içeriğini sunuş tarzıyla klasik roman geleneğine yönelmiş bir başkaldırıdır. Bu durumun en açık göstergesi romanın kurgusunun tektonik olmayan yapısıdır. Sonuca doğru konu-olay tutarlılığı içinde ilerlemek yerine, olayların içerisindeki ayrıntıların üzerine giden, olayların zincirleme örgüsünü sıradan biçimde okuyucuya vermeyen “gel-git” bir yapıya sahiptir. Ayrıntılar ve yüklü açıklamalar çoğu zaman ardışık düzende değildir. Romanda yer alan karakterler salt olayları vurgulamak veya serüven yaşamak için değil, tersine, olaylar kahramanların ruhsal yapısını çözümlemek içindir. “Tutunamayanlar” da ayrıntılar bilinçli olarak ayıklanmamıştır. Çünkü Oğuz Atay’ın roman anlayışındaki ayrıntılar çürük şeyler değildir ve ruh çözümlemeleri için projektör görevini üstlenmişlerdir. Oğuz Atay romanın kurgusunda bütün anlatım olanaklarını denemiş, olay parçacıklarının içindeki her ayrıntıyı okuyucuya titizlikle vermiştir.
1970 TRT roman ödülünü sahiplenen 776 sayfalık “Tutunamayanlar”, Oğuz Atay tarafından karmaşık anlatım teknikleriyle işlenmiş, iç ve dış konuşmalarla donatılmış dört bölüm, yirmi bir alt bölümden oluşuyor. Eserde bu bölümlere ek olarak “Sonun Başlangıcı”, “Yayımcının Notu” ve “Turgut Özben’in Mektubu” isimli üç özel bölüm daha bulunmaktadır.Bu özel bölümlerde romanın iskeleti okuyucuya anlatılmakta, kurgudaki boşluklar doldurulmaktadır. Romanın geri kalanı ise ruh çözümlemeleri ve konuyu desteklemek için gelişen olay parçacıklarının yoğun ayrıntılardır.
“Tutunamayanlar” çok bilindik iki kutup hakkındaki bir çok konudan ve çekişmeden bahseder. Bir tarafta batı kültürüyle rast gele bezenmiş, yerleşik küçük burjuva yaşantısının sıkıcılığı ve sıradanlığı dururken, diğer tarafta sanatçı ruhlu insanların toplum kurallarıyla olan çelişkileri ve iç hesaplaşmaları vardır. Bunun yanı sıra küçük burjuva yaşantısı, ironi içeren deyişler ve zekice benzetmeler aracılığıyla alaya alınmıştır. Oğuz Atay iğneleyici zekasıyla birlikte mühendisliğinden kaynaklanan sistematik düşünce gücünü eserine yansıtmış, böylece hicivle zenginleşmiş uzun cümleleri ve birleşik kelimeleri ustaca kullanmıştır.
Romanda bulunan ilginç anlatım deneylerini incelemeden önce romanın baş karakterlerinden ve kurgusundan bahsetmek yerinde olacak diye düşünmekteyim. “Tutunamayanlar” da iki baş karakter vardır. Selim Işık ve Turgut Özben. Bu karakterler önceki paragrafta bahsettiğim kutuplaşmanın simgeleri sayılabilir. Turgut’un ve Selim’in yanı sıra sonuca ulaşmak için roman boyunca tanımlanan gizli bir karakter daha vardır. Bu gizli karakteri “Tutunamayan İnsan” diye tanımlayabiliriz. Romanın sonunda bulunan, “Türk Tutunamayanlar Ansiklopedisi”, açıklanmak ve anlatılmak istenen “Tutunamayan İnsan” portresinin ulaştığı noktalardan biridir. “Tutunamayan insan” çerçevesi romanın tümünde sunulan ayrıntılarla birlikte, bunalımları, çelişkileri ve olaycıklar karşısındaki düşünceleriyle, yavaş yavaş, bilincimize oturur. Dokuzuncu. alt bölümden başlayıp, romanın sonuna kadar giderek artarak karşımıza çıkan bir diğer isim de “Olric”tir. Olric, Turgut Özben’in iç benliğidir. Turgut Özben burjuva hayatından uzaklaştığı kadar kendi iç benliğine, Olric’e yakınlaştığını görüyoruz.
- Daha kaç kez ıskalayacağız hayatı olric?
+ Oklarımız bitene kadar efendimiz.
———————————–
- Efendimiz çok hiddetlenseniz bile küfretmiyorsunuz,Siz hiç kötü söylemez misiniz?
+ İçimden sövüyorum olric!
———————————–
- İnsan nedir bilir misin Olric..?
+ Nedir efendimiz..?
- İnsan; Ağaçları kesip onlardan kağıt yapan sonrada o kağıtlara “Ağaçları Koruyunuz” Yazandır..!
+ Nedir efendimiz..?
- İnsan; Ağaçları kesip onlardan kağıt yapan sonrada o kağıtlara “Ağaçları Koruyunuz” Yazandır..!
———————————–
- Bazen yok olmak hiç olmaktan iyidir Olric..!
+ Yok mu olalım efendimiz..?
- Varmı’ yız ki Olric…!
- Varmı’ yız ki Olric…!
———————————–
- Ne çok şey biliyor bu insanlar Olric ?
+ Herkes işine geleni biliyor efendimiz..
+ Herkes işine geleni biliyor efendimiz..
———————————–
- Gidelim mi olric?
+ Gidelim efendimiz..
- Nereye olric?
+ O’na efendimiz..
- O nerde olric?
+ Kalpte efendimiz..
- Gidelim olric..
- Ya , ya o kalp doluysa olric?
+ Sanmam efendimiz..
- Dönelim olric, içime bir şüphe düştü!
———————————–
- Ne zoruma gidiyor biliyormusun olric?
- Ne Efendimiz?
- O’na yazdıklarımı O’ndan başka herkes okuyor..
———————————–
+ Elimde olmayan şeyler var olric.
– Nedir efendimiz?
+ Elleri olric elleri..
– Nedir efendimiz?
+ Elleri olric elleri..
———————————–
- Biliyor musun Olric, benim bir çok dostum var.
+ Görüyorum efendimiz, hepsinin sırtınızda izleri var.
———————————–
+ İnsanlara zor olmuyor mu Olric..?
– Ne zor olmuyor mu Efendimiz..?
+ Her sabah iki yüzlerini yıkamak Olric..!
– Ne zor olmuyor mu Efendimiz..?
+ Her sabah iki yüzlerini yıkamak Olric..!
———————————–
+ “Tutunamayanlar” okuyun! Ama tutunanlara okutmayın!
– Nedenmiş Efendimiz ?
+ Bizi anlamazlar Olric, gülüp geçerler bize !
– Nedenmiş Efendimiz ?
+ Bizi anlamazlar Olric, gülüp geçerler bize !
———————————–
- Sevmek nedir olric?
+ Sevmek sessizliktir efendimiz…
– Susarsam bilmez ki sevdiğimi olric?
+ Susarak haykırınız efendimiz…
+ Sevmek sessizliktir efendimiz…
– Susarsam bilmez ki sevdiğimi olric?
+ Susarak haykırınız efendimiz…
———————————–
+ En tehlikeli kelime nedir Olric?
– Ama’dır efendimiz.
+ Neden Olric?
– Önceki söylenen her söylemi ve kelimeyi öldürür efendimiz.
– Ama’dır efendimiz.
+ Neden Olric?
– Önceki söylenen her söylemi ve kelimeyi öldürür efendimiz.
———————————–
- Dilencileri bilir misin Olric?
+ Sizin sayenizde onu da öğrendik…
– Benimle hiç böyle konuşmazdın Olric…
+ Bir tek Acınızın Asaleti kaldı, onu da kaybetmeyin efendimiz…
+ Sizin sayenizde onu da öğrendik…
– Benimle hiç böyle konuşmazdın Olric…
+ Bir tek Acınızın Asaleti kaldı, onu da kaybetmeyin efendimiz…
———————————–
+ Hep geçer mi diyorlar ya Olric sence de geçer mi ?
– Geçer elbet Efendim bazısı teğet geçer… Bazısı deler geçer.. Bazısı deşer geçer … Bazısı parçalar geçer .. Bazısı yırtar geçer..
Ama Mutlaka Geçer..!
– Geçer elbet Efendim bazısı teğet geçer… Bazısı deler geçer.. Bazısı deşer geçer … Bazısı parçalar geçer .. Bazısı yırtar geçer..
Ama Mutlaka Geçer..!
———————————–
- Sabahlar olmasın Olric..!
+ Siz zaten hep geceye mahkumsunuz efendimiz..
+ Siz zaten hep geceye mahkumsunuz efendimiz..
———————————–
- Olric bana edilgen bir kelime söylermisin?
+ Emin misiniz?
- Evet Olric, hemde en yakıcı olanını söyle.
+ Silinmek efendimiz.
- Yeterince edilgen mi?
+ Fazlasıyla edilgen..
+ Emin misiniz?
- Evet Olric, hemde en yakıcı olanını söyle.
+ Silinmek efendimiz.
- Yeterince edilgen mi?
+ Fazlasıyla edilgen..
———————————–
- Sus olric! düşünüyorum.
+ Düşünmek ne haddinize efendim?
- Descartes düşündükçe var oluyor.
+ O düşündükçe var olur, siz yok olursunuz efendimiz..
+ Düşünmek ne haddinize efendim?
- Descartes düşündükçe var oluyor.
+ O düşündükçe var olur, siz yok olursunuz efendimiz..
———————————–
- “Hayatı ıskalama lüksün yok” dedi Nazım..
- Ben ıskaladım olric,bir şans daha veremezler mi?
- Ben ıskaladım olric,bir şans daha veremezler mi?
———————————–
-Hani yarınlar güzel olurmuş diyorlardı Olric, bu yaşadığımız gün de dün’ün yarın’ı değil mi?
+ Kandırıyorlar efendim, kandırıyorlar…
+ Kandırıyorlar efendim, kandırıyorlar…
———————————–
- ‘Zaman’ sözü çok can yakar be olric,çok can yakar.
+ Öyle ama zaman herşeyin ilacı derler efendim.
- Madem öyle fazlası intihara girmez mi olric?
+ Öyle ama zaman herşeyin ilacı derler efendim.
- Madem öyle fazlası intihara girmez mi olric?
———————————–
- Biliyor musun Olric,artık yalnızlığı bile çok seviyorum.
Sırf onun eseri diye…
———————————–
- Hayatta 3 yanlışım oldu Olric.
+ Ne gibi efendimiz?
- Tanıdım,inandım,güvendim.Ama 1 doğrum oldu.
+ O nedir efendimiz?
- Sevmek Olric.Fakat sende bilirsin ki 3 yanlış bir doğruyu götürür.
+ Gidelim efendimiz..
+ Ne gibi efendimiz?
- Tanıdım,inandım,güvendim.Ama 1 doğrum oldu.
+ O nedir efendimiz?
- Sevmek Olric.Fakat sende bilirsin ki 3 yanlış bir doğruyu götürür.
+ Gidelim efendimiz..
———————————–
- Gitme vakti geldi olric.
+ Nereden gitme vakti geldi efendimiz?
- Kalbinden olric kalbinden.
+ Hiç gelmemiştiniz ki efendim.
- O zaman neden bu kadar canım acıyor olric ?
+ Çünkü hep kalbindesiniz sanmıştınız oysa bi kere bile sizi kalbine almamıştı efendim.
- Beni neden uyarmadın olric ?
+ Aşkından sağır olmuştunuz efendim.
- Anladım olric..
+ Nereden gitme vakti geldi efendimiz?
- Kalbinden olric kalbinden.
+ Hiç gelmemiştiniz ki efendim.
- O zaman neden bu kadar canım acıyor olric ?
+ Çünkü hep kalbindesiniz sanmıştınız oysa bi kere bile sizi kalbine almamıştı efendim.
- Beni neden uyarmadın olric ?
+ Aşkından sağır olmuştunuz efendim.
- Anladım olric..
———————————–
- Neden Sustun Olric ?
+ Susmadım Yalnızlığımla Konuşuyorum Efendim ..
- Ne”diyor Olric ?
+ Sessiz Olun Efendim ..
+ Susmadım Yalnızlığımla Konuşuyorum Efendim ..
- Ne”diyor Olric ?
+ Sessiz Olun Efendim ..
———————————–
- Benim bir hayalim var olric..
+ Hayaliniz ne efendim?
- Bir hayalimin olması olric..
+ Hayaliniz ne efendim?
- Bir hayalimin olması olric..
———————————–
Turgut Özben küçük burjuva yaşamının içine gömülmüş genç bir mühendistir. Arkadaşı Selim Işık’ın intiharını bir gazete haberinden öğrenir ve sarsılır. Turgut, Selim’in intiharının sebebini araştırmaya girişir. Öncelikle Selim’in diğer arkadaşlarından Metin ve Esat’la görüşür. Başlangıçta karanlıkta olan Selim’in karakteri bu görüşmeler sonucunda aydınlanmaya başlamıştır. Metin ve Esat’ın arkasından Süleyman Kargı’yı bulur. Süleyman Selim’in yazdığı 600 mısralık şiiri Turgut’a verir. Bu şiirden ve Süleyman Kargı’nın izlenimlerinden Selim’in duygulu, olumsuz, sabırsız ve yaşantısında cansız olduğu anlaşılmaktadır. Turgut Özben, Selim ile ilişkisi olan Günseli isimli bir kızla tanışır. Günseli’nin anlattıklarıyla birlikte Selim’in “tutunamayan insan” kimliği aydınlanmaya devam ediyordur. Derken Selim’in günlüğü ortaya çıkar ve karanlıkta kalmış ufak noktalar, bu günlük ve Selim’in son günlerinde yazdığı “Türk Tutunamayanlar Ansiklopedisi”nde anlatılan kişiler aracılığıyla sonuca ulaşır. Turgut Özben, Selim’in hayatı üzerine yoğunlaştırdığı düşünceler sonucunda kendi benliğini tanımaya başlar. O da tutunmayanlardan biridir. Hayatını sıradan alışkanlıkların yönettiğini fark eder. Evinden ayrılır, bir trene biner ve gözden kaybolur.
“Tutunamayanlar”, anlatım şekilleri ve deneyleri açısından büyük bir zenginlik barındırır. Bazı eleştirmenler romanda bulunan anlatım çeşitlemesinin romana tıkıştırılmış gereksiz zorlamalar olduğunu ileri sürerek bu durumu yadırgarken, bazı eleştirmenler ise Atay’ın sıra dışı anlatım deneylerinin konuyu derinleştirmek, “Tutunamayan İnsan” vizyonunun parçalarını oluşturmak açısından gereken önemli donanımlar olduğunu ileri sürmektedir. Şüphesiz ikinci görüş daha doğrudur. “Tutunamayan insan” portresini oluşturmak isteyen Oğuz Atay, eserdeki ruh çözümlemelerini, içsel konuşmaları, bireysel ayrıntıları, küçük izlenimleri ve derin iç hesaplaşmaları anlatabilmenin ancak göreceli anlatım deneyleriyle mümkün olabileceğinin bilincindedir.
Romanda en çok kullanılan anlatım tekniğinin “Bilinç Akışı” olduğundan edebiyat çevrelerinde bolca bahsedilir. Fakat bu genelleme, bilgisizlikten kaynaklanan bir yanılsamadır. Çünkü “Tutunamayanlar” da “Alıntılanan iç konuşma” yönteminin ağırlıkta olduğu kesindir. Berna Moran, “Tutunamayanlar” üzerine yaptığı incelemede sözünü ettiğimiz iki anlatım tekniği arasındaki farktan ayrıntılı bir şekilde bahseder:
“Alıntılanan iç konuşma (quoted monologue, yada direct free speech) diyebileceğimiz bu yöntemde anlatıcı aradan çekilir ve karakterin kendi kendine konuşmasını, düşündüklerini olduğu gibi alıntılar. “Bilinç akımı” bu yöntemin özel bir şeklidir. Karakterin akıp giden düşüncesinde mantıksal bağlar yerine çağrışım ilkesi egemendir. Sanki bilincin daha alt tabakalarına inilmiştir ve akıp giden düşünce nehri kişinin denetiminden çıkmıştır. Onun için düzgün cümlelerle de yürümez. Tutunamayanlar ’da bilinç akımı hiç yok gibidir. Temel yöntem alıntılanan iç konuşmadır.”*
Romanda Oğuz Atay’ın dahice kullandığı anlatım deneylerinden bir tanesi de Turgut Özben’in kendi hayatı hakkında kullandığı alaycı “zaman” benzetmeleridir. Bu benzetmelerdeki -birleşik cümle yapısının yardımıyla olduğundan daha da somutlaştırılmış- ifadeler ilgi çekicidir. Zaman eşyalarla özdeşleştirilmiştir. Zaman benzetmeleri yardımıyla hem Turgut Özben’in hayatının sıradanlığı, hem de yerleşik burjuva yaşantısının, can sıkıcı alışkanlıkların ve önemsiz sayılabilecek değerlerin üzerine kurulmuş olması, ince ince alaya alınarak okuyucuya sunulmuştur:
“Altı parke cilalanması geçti. Yok, o kadar değildi. İki yıkama-yağlama olacak. Daha fazla, en az dört salonşeklini değiştirme oldu. Durun bakayım; bir hesap edeyim. Bir katsatınalma, altı evdeğiştirme eder. Ayrıca, iki yatakodası çalışmaodası değiştirmesi daha var. Evet, tam üç perdeyıkama ediyor. Çok iyi hatırlıyorum, başladığı zaman, perdeleri yeni almıştım. Alışılmış zaman ölçüleriyle hesaplanması güç bir süre. Ben o zaman koltukları pencerenin yanına koymuştum. İnsanın aklında kalmıyor ki: eşya akıp geçiyor. O zamanlar daha debriyaj kaçırmıyordu. Hey gidi günler! Parkelerde en küçük bir çizik yoktu. Yaşlanıyoruz: eşyalar eskiyor, demek dört hizmetçi kaçması oldu ha!”*
Romanın on beşinci alt bölümünde cesur bir anlatım deneyiyle daha karşılaşıyoruz. Turgut Özben romanın o bölümüne kadar Selim Işık hakkında topladığı bilgileri bir kompozisyon biçiminde ortaya koyar. Bu alt bölümde ilginç olansa 68 sayfa boyunca hiçbir noktalama işaretinin kullanılmamış olması ve ana konudan ıraksayan çağrışımlara başvurulmasıdır. Edebiyat çevrelerince ağızdan hiç düşmeyen “bilinç akımı” yöntemi, çağrışımların konudan uzaklaşması biçiminde yoğun olarak görülmektedir.
***
Oğuz Atay’ın romanında bulunan, karşıtlıklardan ve sefaletten yola çıkan, gözlemlere dayanan, ironi dolu, iğneleyici anlatımlardan verilebilecek iki güzel örnek vardır. Bu örneklerden ilki Turgut’un hayat hikayesinde yerini alan öğrencilik günlerine ilişkin düşünceleridir:
“Duvarlarda yeni müdürün yeni zevksizliğini gösteren renkli badanalar üst üste: Son müdür Behçet Bey’in sidik sarısı badanasının altında yer yer eski müdür Muhterem Bey’in türbe yeşili ve merhum Sami Bey’in çingene pembesi renkleri sırıtıyor. Kara tahtanın karalığı sözde kalmış. Öğretmen kürsüsünün ön tahtasında, kadın öğretmenlerin bacaklarına, kalem düşürmek bahanesiyle bakabilmek için açılmış koca bir delik. Perdesiz büyük pencereler, yaldız boyası dökülmüş bir soba, kirli ellerimizden leke olmasın diye tokmağının çevresi siyaha boyanmış kül rengi kapı ve hepsinin varlığını ve neden öyle var olduğunu açıklayan beylik cümle: Bu fakir millet bu kadarını verebiliyor.”*
Örnek olarak seçtiğim ikinci tahrip gücü yüksek, eleştirici ve hicivci epizot ise hepimizin yakından tanıdığı ve bizi bunaltan bürokrasinin işleyişini, devlet dairelerindeki kaotik devinim ile memurların davranışlarını eleştiren 10. alt bölümden bir parçadır:
“Şükrü efendi! Bana bir çay getir ‘Evet ne istiyorsunuz?’ Şimdiye kadar söylediklerinin dinlenmedi çünkü çay içmemi beklemedin; bu nedenle, yeni baştan anlatman gerekiyor, demek istiyor. Ne kadar özlü konuşuyor değil mi? Ayrıca, öksürmemin bir yararı dokunmadı: beni genç gördü. İlk sözlerle baştan savmak istiyor. Sanıyor ki ilk sözü bana söyletmekle, ‘Evrakın sizde olduğunu bana söylediler’ gibi yanlış bir cümleyle başlayacağım ve beni en aşağı iki oda kadar öteye savuracak. Belirsiz başlangıçlardan yararlanmak istiyor. Bu kanlı savaş dışarıdan hiç belli olmuyor değil mi? İşte al sana kesinlik: yazının tarih ve numarası. Yalnız bu başarıyla sarhoş olmamalısın. Evrakın ona havale edildiğini hemen söylemeyeceksin. Yazı işlerine gittim zimmetle size gönderdiler diyerek, ilk dakikada onu bunaltmaya gelmez. Kendisini çok çaresiz görürse ümitsiz hareketler yapabilir. Mesela, ‘Bir dakika!’ der, çıkar odadan: bir daha koydunsa bul. Nazlı masal kuşlarıdır ürkütmeyeceksin. Belki de biraz daha beklemeliydim.Ne dersin?”*
Romanın sonlarına doğru ilerlerken, Selim’in günlüğünün ortaya çıkışı okuyucu için bir çeşit rahatlamadır. Bu günlük aracılığıyla Selim’in karakterinin ve temsilcisi olduğu “Tutunamayan insan” benzetmesinin derinliklerine doğru iniş hızlanmıştır. Çoğunlukla Turgut’un bilincinden yada Selimle ilişkide bulunan kişilerin ağzından sunulan Selim karakteri, 1. tekil ağızdan yazılan günlüğün etkisiyle, gerginleşmiş, kafasındaki soru işaretleri artmış olan okuyucuyu rahatlatır. Bu aşamadan sonra Selim sahnededir; artık projektörler doğrudan Selim’in iç dünyasını ışıklandırmaktadırlar. Selim’in intihar etmeden önce düşündükleri, çevresinden uzaklaşmasının mertebeleri ile bir türlü bitmek tükenmek bilmeyen içe bakışları, tüm derinliğiyle okuyucunun bilincine işlemektedir.
İncelemenin bu aşamasında Turgut Özben’in iç benliği ile hesaplaşmasında en büyük rolü oynayan, “Tutunamayan İnsan” prizmasından yansıyan bunalımlardan; Selim’in ünlü günlüğünden bazı alıntılar sunmak istiyorum:
“(...) Sınıf birincisi olduğum halde, sınıfın en aptal çocuğu olduğuma oy birliğiyle karar verilmişti. (...) Onların okulu bitirmesini sağlamışım. Ama bunun onlara ne yararı oldu bilmiyorum. Bana ne yararı oldu? Onu da bilmiyorum(...)”*
“(...) Kafamda bir sürü süprüntü düşünce olmasaydı, bazen benim bile beğendiğim düşüncelerle dolu olsaydı beynim... kaybediyorum; düzensizlik ve duruma hakim olamamak yüzünden kaybediyorum (...)”*
“(...) Sezgilerini nasıl ispatlayabilir insan? Sonradan uydurdun derler. Bu ‘Diyenler’ olmasa belki bir şeyler yapabilirdim. Kulaklarımda sürekli uğultu yapan bu sesler, bu ‘Diyenler’ beni dermansız bırakıyorlar. Sözümü bitirmeme fırsat vermiyorlar(...)”*
“(...) Hep birlikte tutunamamayı ne kadar isterdim.Herkes ayrı dalda kaldı. Tek başına bir tadı olmuyor başarısızlığın (...)”*
“(...) onlar hesabına üzülüyordum. Yorulmuştum da. Adam olmadığı için, insanlığa vekalet ediyordum (...)*”
Bu incelemeye sonuç olarak; Oğuz Atay’ın çağdaş Türk romanı adına bir dönüm noktası olduğunu bir kez daha belirttikten sonra, “Tutunamayanlar” adlı romanından, günümüz insanının çıkmazlar karşısındaki tutuk davranışlarını ve iç dünyasındaki çekişmeleri tanımlayan; dahice benzetmeleriyle “Tutunamayan İnsan” portresini büyük ölçüde yansıttığını düşündüğüm bir alıntı yapmak istiyorum:
“Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır.Yalnız pençeleri ve özellikle tırnakları çok zayıftır. Dik arazide, yokuş yukarı hiç tutunamaz. yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık düşer.) Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok büyük olmakla birlikte, görme duygusu zayıftır. Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez. Erkekleri, yalnız bırakıldığı zaman acıklı sesler çıkarırlar. Dişilerini de ayni sesle çağırırlar. Genellikle başka hayvanların yuvalarında (onlar dayanabildikleri sürece) barınırlar. Ya da terkedilmiş yuvalarda yasarlar. Belirli bir aile düzenleri yoktur. Doğumdan sonra ana, baba ve yavruları ayrı yerlere giderler.Toplu olarak yasamayı da bilmezler ve dış tehlikelere karşı birleştikleri görülmemiştir. Belirli beslenme düzenleri de yoktur. Başka hayvanlarla birlikte yasarken onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler. Kendi başlarına kaldıkları zaman genellikle yemek yemeği unuturlar. Bütün huyları taklit esasına dayandığı için, başka hayvanların yemek yediğini görmezlerse, acıktıklarını anlamazlar. (Bu sırada çok zayıf düştükleri için avlanmaları tavsiye edilmez.) İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler. Fakat - gene taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvanların dövüşmesine özenerek kavgaya girdikleri olur. Şimdiye kadar hiçbir tutunamayanın bir kavgada başka bir hayvani yendiği görülmemiştir. Bununla birlikte hafızaları da zayıf olduğu için, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginlerince gözlenmiştir. (Aynı bilginler, kavgacı tutunamayanların sayısının gittikçe azaldığını söylemektedirler.) Din kitapları, bu hayvanları yemeği yasaklamışsa da , gizli olarak avlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutunamayanları avlamak çok kolaydır. Anlayışlı bakışlarla süzerseniz, hemen yaklaşırlar size. Ondan sonra tutup öldürmek işten bile değildir.İnsanlara zararlı bazı mikroplar taşıdıkları tespit edildiğinden, Belediye Sağlık Müdürlüğü de tutunamayan kesimini yasak etmiştir. Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk, hafif sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duygulara sebep oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat ayni hekimler, tutunamayanların bu mikropları, kasaplık hayvanlara da bulaştırdıklarını ve bu sıkıntıdan kurtulmanın ancak et yemekten vazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler. Hayvan terbiyecileri de tutunamayanlarla uzun sure uğraşmış ve bunları sirklerde çalıştırmak istemişlerdir. Fakat bu hayvanların, beceriksizlikleri nedeniyle hiçbir hüner öğrenemediklerini görünce vazgeçmişlerdir. Ayrıca birkaç sirkte halkın karsısına çıkartılan tutunamayanlar, onları güldürmek yerine mahzun etmişlerdir. (Halk gişelere saldırarak parasını geri istemiştir.) Filden sonra, din duygusu en kuvvetli olan hayvan olarak bilinir. Öldükten sonra cennete gideceği bazı yazarlarca ileri sürülmektedir. Fakat toplu, ya da tek gittikleri her yerde hadise çıkardıkları için, bunun pek mümkün olmayacağı sanılmaktadır. Başları daima öne eğik gezindikleri için, çeşitli engellere takılırlar ve her tarafları yara bere içinde kalır. Onları bu durumda gören bazı yufka yürekli insanlar, tutunamayanları ev hayvani olarak beslemeyi de denemişlerdir. Fakat insanlar arasında barınmaları -ev düzenine uymamaları nedeniyle- çok zor olmaktadır. Beklenmedik zamanlarda sahiplerine saldırmakta ve evden kovulunca da bir turlu gitmeyi bilmemektedirler. Evin kapısında günlerce, acıklı sesleriyle bağırarak ev sahibini canından bezdirmektedirler. (Bir keresinde, ev sahibi dayanamayıp kaçmışsa da, tutunamayan, sahibini kovalayarak, gittiği yerde de ona rahat vermemiştir.) Şehirlere yakın yerlerde yasadıkları için, onları şehrin içinde, çitle çevrili ve yalnız tutunamayanlara mahsus bir parkta oturarak, sayılarının azalmasını önlemeyi düşünmenin zamanı artık gelmiştir."
“Duvarlarda yeni müdürün yeni zevksizliğini gösteren renkli badanalar üst üste: Son müdür Behçet Bey’in sidik sarısı badanasının altında yer yer eski müdür Muhterem Bey’in türbe yeşili ve merhum Sami Bey’in çingene pembesi renkleri sırıtıyor. Kara tahtanın karalığı sözde kalmış. Öğretmen kürsüsünün ön tahtasında, kadın öğretmenlerin bacaklarına, kalem düşürmek bahanesiyle bakabilmek için açılmış koca bir delik. Perdesiz büyük pencereler, yaldız boyası dökülmüş bir soba, kirli ellerimizden leke olmasın diye tokmağının çevresi siyaha boyanmış kül rengi kapı ve hepsinin varlığını ve neden öyle var olduğunu açıklayan beylik cümle: Bu fakir millet bu kadarını verebiliyor.”*
Örnek olarak seçtiğim ikinci tahrip gücü yüksek, eleştirici ve hicivci epizot ise hepimizin yakından tanıdığı ve bizi bunaltan bürokrasinin işleyişini, devlet dairelerindeki kaotik devinim ile memurların davranışlarını eleştiren 10. alt bölümden bir parçadır:
“Şükrü efendi! Bana bir çay getir ‘Evet ne istiyorsunuz?’ Şimdiye kadar söylediklerinin dinlenmedi çünkü çay içmemi beklemedin; bu nedenle, yeni baştan anlatman gerekiyor, demek istiyor. Ne kadar özlü konuşuyor değil mi? Ayrıca, öksürmemin bir yararı dokunmadı: beni genç gördü. İlk sözlerle baştan savmak istiyor. Sanıyor ki ilk sözü bana söyletmekle, ‘Evrakın sizde olduğunu bana söylediler’ gibi yanlış bir cümleyle başlayacağım ve beni en aşağı iki oda kadar öteye savuracak. Belirsiz başlangıçlardan yararlanmak istiyor. Bu kanlı savaş dışarıdan hiç belli olmuyor değil mi? İşte al sana kesinlik: yazının tarih ve numarası. Yalnız bu başarıyla sarhoş olmamalısın. Evrakın ona havale edildiğini hemen söylemeyeceksin. Yazı işlerine gittim zimmetle size gönderdiler diyerek, ilk dakikada onu bunaltmaya gelmez. Kendisini çok çaresiz görürse ümitsiz hareketler yapabilir. Mesela, ‘Bir dakika!’ der, çıkar odadan: bir daha koydunsa bul. Nazlı masal kuşlarıdır ürkütmeyeceksin. Belki de biraz daha beklemeliydim.Ne dersin?”*
Romanın sonlarına doğru ilerlerken, Selim’in günlüğünün ortaya çıkışı okuyucu için bir çeşit rahatlamadır. Bu günlük aracılığıyla Selim’in karakterinin ve temsilcisi olduğu “Tutunamayan insan” benzetmesinin derinliklerine doğru iniş hızlanmıştır. Çoğunlukla Turgut’un bilincinden yada Selimle ilişkide bulunan kişilerin ağzından sunulan Selim karakteri, 1. tekil ağızdan yazılan günlüğün etkisiyle, gerginleşmiş, kafasındaki soru işaretleri artmış olan okuyucuyu rahatlatır. Bu aşamadan sonra Selim sahnededir; artık projektörler doğrudan Selim’in iç dünyasını ışıklandırmaktadırlar. Selim’in intihar etmeden önce düşündükleri, çevresinden uzaklaşmasının mertebeleri ile bir türlü bitmek tükenmek bilmeyen içe bakışları, tüm derinliğiyle okuyucunun bilincine işlemektedir.
İncelemenin bu aşamasında Turgut Özben’in iç benliği ile hesaplaşmasında en büyük rolü oynayan, “Tutunamayan İnsan” prizmasından yansıyan bunalımlardan; Selim’in ünlü günlüğünden bazı alıntılar sunmak istiyorum:
“(...) Sınıf birincisi olduğum halde, sınıfın en aptal çocuğu olduğuma oy birliğiyle karar verilmişti. (...) Onların okulu bitirmesini sağlamışım. Ama bunun onlara ne yararı oldu bilmiyorum. Bana ne yararı oldu? Onu da bilmiyorum(...)”*
“(...) Kafamda bir sürü süprüntü düşünce olmasaydı, bazen benim bile beğendiğim düşüncelerle dolu olsaydı beynim... kaybediyorum; düzensizlik ve duruma hakim olamamak yüzünden kaybediyorum (...)”*
“(...) Sezgilerini nasıl ispatlayabilir insan? Sonradan uydurdun derler. Bu ‘Diyenler’ olmasa belki bir şeyler yapabilirdim. Kulaklarımda sürekli uğultu yapan bu sesler, bu ‘Diyenler’ beni dermansız bırakıyorlar. Sözümü bitirmeme fırsat vermiyorlar(...)”*
“(...) Hep birlikte tutunamamayı ne kadar isterdim.Herkes ayrı dalda kaldı. Tek başına bir tadı olmuyor başarısızlığın (...)”*
“(...) onlar hesabına üzülüyordum. Yorulmuştum da. Adam olmadığı için, insanlığa vekalet ediyordum (...)*”
Bu incelemeye sonuç olarak; Oğuz Atay’ın çağdaş Türk romanı adına bir dönüm noktası olduğunu bir kez daha belirttikten sonra, “Tutunamayanlar” adlı romanından, günümüz insanının çıkmazlar karşısındaki tutuk davranışlarını ve iç dünyasındaki çekişmeleri tanımlayan; dahice benzetmeleriyle “Tutunamayan İnsan” portresini büyük ölçüde yansıttığını düşündüğüm bir alıntı yapmak istiyorum:
“Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır.Yalnız pençeleri ve özellikle tırnakları çok zayıftır. Dik arazide, yokuş yukarı hiç tutunamaz. yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık düşer.) Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok büyük olmakla birlikte, görme duygusu zayıftır. Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez. Erkekleri, yalnız bırakıldığı zaman acıklı sesler çıkarırlar. Dişilerini de ayni sesle çağırırlar. Genellikle başka hayvanların yuvalarında (onlar dayanabildikleri sürece) barınırlar. Ya da terkedilmiş yuvalarda yasarlar. Belirli bir aile düzenleri yoktur. Doğumdan sonra ana, baba ve yavruları ayrı yerlere giderler.Toplu olarak yasamayı da bilmezler ve dış tehlikelere karşı birleştikleri görülmemiştir. Belirli beslenme düzenleri de yoktur. Başka hayvanlarla birlikte yasarken onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler. Kendi başlarına kaldıkları zaman genellikle yemek yemeği unuturlar. Bütün huyları taklit esasına dayandığı için, başka hayvanların yemek yediğini görmezlerse, acıktıklarını anlamazlar. (Bu sırada çok zayıf düştükleri için avlanmaları tavsiye edilmez.) İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler. Fakat - gene taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvanların dövüşmesine özenerek kavgaya girdikleri olur. Şimdiye kadar hiçbir tutunamayanın bir kavgada başka bir hayvani yendiği görülmemiştir. Bununla birlikte hafızaları da zayıf olduğu için, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginlerince gözlenmiştir. (Aynı bilginler, kavgacı tutunamayanların sayısının gittikçe azaldığını söylemektedirler.) Din kitapları, bu hayvanları yemeği yasaklamışsa da , gizli olarak avlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutunamayanları avlamak çok kolaydır. Anlayışlı bakışlarla süzerseniz, hemen yaklaşırlar size. Ondan sonra tutup öldürmek işten bile değildir.İnsanlara zararlı bazı mikroplar taşıdıkları tespit edildiğinden, Belediye Sağlık Müdürlüğü de tutunamayan kesimini yasak etmiştir. Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk, hafif sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duygulara sebep oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat ayni hekimler, tutunamayanların bu mikropları, kasaplık hayvanlara da bulaştırdıklarını ve bu sıkıntıdan kurtulmanın ancak et yemekten vazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler. Hayvan terbiyecileri de tutunamayanlarla uzun sure uğraşmış ve bunları sirklerde çalıştırmak istemişlerdir. Fakat bu hayvanların, beceriksizlikleri nedeniyle hiçbir hüner öğrenemediklerini görünce vazgeçmişlerdir. Ayrıca birkaç sirkte halkın karsısına çıkartılan tutunamayanlar, onları güldürmek yerine mahzun etmişlerdir. (Halk gişelere saldırarak parasını geri istemiştir.) Filden sonra, din duygusu en kuvvetli olan hayvan olarak bilinir. Öldükten sonra cennete gideceği bazı yazarlarca ileri sürülmektedir. Fakat toplu, ya da tek gittikleri her yerde hadise çıkardıkları için, bunun pek mümkün olmayacağı sanılmaktadır. Başları daima öne eğik gezindikleri için, çeşitli engellere takılırlar ve her tarafları yara bere içinde kalır. Onları bu durumda gören bazı yufka yürekli insanlar, tutunamayanları ev hayvani olarak beslemeyi de denemişlerdir. Fakat insanlar arasında barınmaları -ev düzenine uymamaları nedeniyle- çok zor olmaktadır. Beklenmedik zamanlarda sahiplerine saldırmakta ve evden kovulunca da bir turlu gitmeyi bilmemektedirler. Evin kapısında günlerce, acıklı sesleriyle bağırarak ev sahibini canından bezdirmektedirler. (Bir keresinde, ev sahibi dayanamayıp kaçmışsa da, tutunamayan, sahibini kovalayarak, gittiği yerde de ona rahat vermemiştir.) Şehirlere yakın yerlerde yasadıkları için, onları şehrin içinde, çitle çevrili ve yalnız tutunamayanlara mahsus bir parkta oturarak, sayılarının azalmasını önlemeyi düşünmenin zamanı artık gelmiştir."
(*)Kaynakça:-“Tutunamayanlar”dan yapılan tüm alıntılar İletişim Yayınları tarafından yayınlanan 19. basımdan inceleme amacıyla alıntılanmıştır.
- Berna Moran / Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış/ İletişim Yayınları
- Asım Bezirci / Türk Romanları / Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları
- Berna Moran / Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış/ İletişim Yayınları
- Asım Bezirci / Türk Romanları / Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları
Zafer Yalçınpınar
Tutunamayanlar Üzerine
Hayatın kurulmuş düzeni içinde, kendisi tarafından kurulmamış olan ve kendini bu akışta bir düzen kurabilecek kadar yetenekli görmeyenler: Tutunamayanlar. Kurulu düzene ters, oraya ait olmayanlar. Unutulmak istenenler, bastırılmak istenenler, görmezden gelinenler, dinlenmeyenler, anlaşılamayanlar, anlaşılmaları için bir çaba harcanmayanlar, kısacası yaşadığımız her gün ve yaşayacaklarımızda gördüğümüz fakat gözümüz alışkın olduğu için dikkat etmediklerimiz onlar. Alışılmış olana, daha önceki davranışlarımıza uygun olarak aynı şekilde görmezden geldiklerimiz. Tanımı basit: Tıpkı bilindik bir hayvanı anlatır gibi anlatılır. »Tutunamayan« denilir iki nokta konulur ardından »dört ayaklı fakat zaman içerisinde arka ayakları üzerinde durma yetisini kazanmış, kendini insana benzetebilmiş, onu taklit etmiş, sokağa çıktığımızda mutlaka karşılaşabileceğimiz…«
»İnsan« sıfatını tam olarak hangi grup için kullandığımızı belirlemek gerekir öncelikle. Bunun altında yer alabilmek için fiziksel kimi özelliklerin yanında başka bir şeye ihtiyaç duyulur mu yoksa duyulmaz mı? Örnek olarak alınan modelle fiziksel özellikleri gösteren bir varlığa insan diyebilir miyiz? Hayvandan biraz daha az kıllı, dişileri erkeklerine oranla daha zarif, belirli ten renklerine sahip, konuşabilen, düşündüğünü sanan ama düşünmekten çok konuşan… Ne bileyim bunlar gibi özellikleri mi vardır misal? Eğer bu böyle ise tutunamayanları insan sıfatı altına sokabiliriz yok değil ise ayrı bir tür olarak incelenmeleri salık verilmeli.
Tutunamayanlardan olduğunu kabul etmek, tutunamayan olmak bir utanç mıdır yoksa »insanın« insan olduğunu söylemesi ile aynı etkiyi mi bırakır?
Tutunamayanlardan olmak için ayrıca bir çaba harcanmaz yani sonradan tutunamayan olunamaz. Ya bu şekliyle doğmuştur bu canlı ya doğmamıştır, başka bir şansı yoktur. İnsanlar, bu gruba, kendilerinden ayrıymış gibi görülen bu canlılara dahil olamazlar. İnsanlar ancak ve ancak onlara karşı olan yegane görevlerini yerine getirmek zorundadırlar: Tutunamayanlara tutunamayan olduklarını unutturmamak.
Sessiz oldukları sanılır. Çok fazla insanla konuşurlar fakat sadece konuşurlar. Konuştukları her bir insan farklı bir yönüne tanıklık eder, tanıdığını sanır onu. Bu denli basit bir varlığın anlaşılması ne denli zor olabilir zaten? İnsanlar onların bıraktıkları halleriyle yeniden onların gelmelerini beklerler. Kendileri ile birlikte olmadıkları anlarda ne yaptıklarını merak etmezler, bilmek istemezler, sormazlar öylesine sormuş olmak için olsa dahi. Dişi insanların erkekleriyle alay edip onları anlamadıkları bilinmekle, birlikte erkek insanların aynı ölçüde dişileri ile anlaşamadıkları bilinmektedir. Tutunamayanlar aynı zamanda birbirleri ile anlaşamadıkları, daha doğrusu bir tutunamayanlar topluluğu oluşturamadıkları için yalnız kalmaya mahkumdurlar. Yaşamlarının amacı varoluşlarına anlam verebilmek midir? Tutunamayan olduklarını her an hissetmeleri nefes alabilmelerinin tek şartı gibi gelir.
Farklı hissetmek, onların baktıklarıyla aynı şeylere baktığın zamanlarda ya da adlandırdıkları duyguları kendi içinde farklı şekillerde yaşamak farklı kılar kimilerini. Bu farklılık, kafa karışıklığı, daha duyarlı olmak, belki bir ölçüde, onlardan ayıran keskin bir çizgidir kimilerini. Hayata tutunamayan, onların kurulu düzenine bir şekilde kendini iğnelemeyi beceremeyenlerdir tutunamayanlar. Hikayeleri merak edilmez, ne düşündükleri umursanmaz, neye tutunamadıkları anlaşılamadığı için kendilerine bu ismi vermeleri aynı ölçüde anlaşılmaz. Düşünceleri onları derin analizlere sürüklemediği zamanlarda değişim gözlenir: içe kapanık olurlar, suskunlaşır, kaçarlar kimi zaman. Öylesine önemsenmezler ve bunu hissedemezler ki umurlarında olmaz onların yaptıkları, düşündükleri. Rahatsızlık vericidir aslında onların arasında bulunmak ama dediğim gibi nefes almaları, varolmaları buna bağlanır, vazgeçilmezleridir.
Düşüncelerinde yüksek yerlere gelmek, iyi meslek edinmek, bir sevgiliye ait olmak, sevilmek ve sevmek gibi kavramlar yer almaz. Kafaları her daim karışıktır. Birbirlerinden habersizdirler. Topluluk olarak dolaştıkları görülmemiştir.
Selim Işık olmak için çalıştım. Anlamaya çalıştım Selim Işık olup. Belki bir tutunamayan o değildir bu satırlardaki. Uzaklara gitmenin manası yoktu. Yanı başında, elimi uzatsam dokunacaktım sanki. Okumak anlamaya yetmez Selimleri, yaşamak gerekli, Selim olmak. Kısa süreliğine bir Selim değil, zaten bu olanaklı değildir. İçinde eğer varsa bir yan Selimlik onu bulup çıkarmalı. Aksi takdirde tutunamayan olmak sonradan bahis konusu değildir.
Şu ya da bu şekilde yaşar insan sahip olduğu zamanı. Söyleyeceği söz sayısı, içeceği su ve yiyeceği lokma sayısı bittikten sonra ise yaşamını sonlandırır. Yiyebileceği lokma sayısı, söyleyeceği söz ve içeceği su insanın birbirine dönüşebilir kavramlar olmuştur aslında. Fakat bunun farkında olanlar yalnızca tutunamayanlar olmuştur. Birinde sahip oldukları hakkı bir diğerine aktarmayı bir onlar başarmıştır: On lokma yiyecekleri yerde bir yemiş, dokuzunu konuşmuşlar, üç içecekleri yerde iki içip, birini yine sözcük yapmışlardır. Tüm bunlara rağmen uzun yaşadıkları söylenemez çünkü her ne kadar bu dönüşüm başarılı olsa dahi sözcükleri fazlaca kullanmışlar ama buna rağmen daha söylemeden, tamamlayamadan haklarını doldurmuşlardır.sanki kendi babasına seslenir, mektubun sonundaki "ben de senin gibi ölecek miyim babacığım" gerçekten çarpıcı. Yaşam öyküsünü biraz bile bildikten sonra eserlerindeki ögelerle birleştirmek zevkli bir puzzle'ı yapmaya dönüşebilir, ama bunu da fazla abartmamak gerek.
"Günlük"ünde yalnız bırakılmaktan ve anlaşılamamaktan yakınır: "Kimse beni dinlemiyorsa -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çarem kalmıyor". Okuruna -yani bizlere- çatar. "Günlük"te bir yandan Atay'ın yaşamını okurken bir yandan da "Oyunlarla Yaşayanlar"ın yazılma sürecini takip edebiliriz. Arada kalmayı, kaybetmeyi, umutsuzluğu, küçük düşmeyi; ironi ve bilinçakışı tekniğiyle anlatır Oğuz Atay.
Neyin değil, nasıl anlatıldığının önemli olduğunu okuyucusuna ve sanat çevrelerine de hatırlatır. Kaybedenler, küçük düşen ve düşürülenler, çaresizlik ve delilik arasında gidip gelenler, anlaşılmadıklarını düşünüp acınası hallere düşenlerdir onun kahramanları; daha doğrusu anti-kahramanları. İroninin üstadıdır. İroni malzemesi, anti-kahramanlarının kendisidir. En azından biri, ortalıktaki trajikomedinin farkındadır mutlaka. "Aydın" meselesine gelince; "Atay zaten seçkin bir aileden geldiği için bundan başkasını, mesela geçim sıkıntısını anlatmaya kalksa yaşamadığı, daha da önemlisi bilmediği bir durumu anlatmaya kalkmış olurdu", deniyor onun için.
Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan Tutunamayanlar, eleştirmen Berna Moran tarafından, "hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı" olarak nitelendirilmiştir. Moran'a göre Tutunamayanlar'daki edebi yetkinlik, Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır.
Atay'ın büyük etki yaratan eseri Tutunamayanlar'ı 1973'te yayınladığı Tehlikeli Oyunlar adlı ikinci romanı izlemiştir. Hikâyelerini Korkuyu Beklerken başlığı altında toplayan Atay, 1911-1967 yılları arasında yaşamış Prof. Mustafa İnan'ın hayatı konu eden Bir Bilim Adamının Romanı'nı 1975 yılında yayımlamıştır. 1973 yılında yayımlanan Oyunlarla Yaşayanlar adlı oyunu Devlet Tiyatrosu'nda sahnelenmiştir. Atay, beyninde çıkan bir tümör nedeniyle büyük projesi "Türkiye'nin Ruhu"nu yazamadan 13 Aralık 1977'de, İstanbul'da hayatını kaybetmiştir. Edirnekapı Sakızağacı Mezarlığı'na defnedildi.
Atay, beynindeki tümör nedeniyle bir süre Londra’da yaşadı ve burada tedavi gördü. Ancak 13 Aralık 1977’de İstanbul’da öldü. Bu sırada “Türkiye’nin Ruhu” adlı kitabını yazmaktaydı.
Öldükten sonra 1987’de Günlük, 1998’de ise Eylembilim adlı kitapları yayımlanmıştır. Sağlığında hiçbir kitabı ikinci baskı bile yapamayan Atay'ın kitapları ölümünden sonra büyük ilgi gördü ve defalarca basıldı. Yıldız Ecevit'in hazırladığı Oğuz Atay biyografisi "Ben Buradayım..." 2005 yılında yayınlandı. Türk Edebiyatı'nda yazdığı Tutunamayanlar ile post-modern tarzda eser veren ilk yazarımız Oğuz Atay'dır.
Ölümünden sonra Atay’ın hayatı üzerine yayınlanan kitaplar; “Oğuz Atay’da Aydın Olgusu” (Yıldız Ecevit – 1989), “Oğuz Atay’ın Dünyası” (Tatjana Seyppel – 1989) ve “Ben Buradayım” (Yıldız Ecevit – 2005) idi. Sağlığında Atay’ın kitapları pek ilgi görmemişti ancak ölümünden sonra durum tam tersine döndü.
Oğuz Atay,özellikle Tutunamayanlar romanında, modern şehir yaşamı içinde bireyin yaşadığı yalnızlığı, toplumdan kopuşları ve toplumsal ahlaka,kalıplaşmış düşüncelere yabancılaşan, tutunamayan bireylerin iç dünyasını anlatır. Yapıtları eleştiri, mizah ve ironi barındırır.
"bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil,ölümleriyle ortaya koymak durumundadır.bu bir çeşit alın yazısıdır.bu alın yazısı da başkaları tarafından okunamazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. bir alın yazısı da ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır."
Oğuz Atay Bir Bilim Adamının Romanı (syf 159)
"Aklın yanında hikmet dediğimiz yüksek bilgi kabiliyetine de yer vermek lâzımdır. Hikmet, bu âlemin olaylarına, onun üstüne çıkarak mütevazi bir şekilde bakmak, aralarındaki iç ahengi sezmek, aşk ile realitenin derinliğine nüfuz etmektir. Bu anlamda bir şair, bir hakim, bir mutasavvıf ve veli,âlimden çok derin olarak realiteye ulaşabilir. Kim iddia edebilir ki bugün Einstein, Mevlana'dan daha çok tabiat sırlarına erişmiştir?"
'dusuncemin duvarlarina resimler asmak isterdim'
"bir bilim adamının romanı" adlı kitabı unutulmasın, çok yönlü bir insan olmanın hiçbir zararının olmadığını da gayet güzel izah etmiştir bu kitabında..
Oğuz Atay'ın en önemli projelerinden biri de Türkiye'nin psikolojisini çıkarmaktı. Fakat 13 Aralık 1977'de genç denilebilecek bir yaşta öldü ve bu eserini yazamadı. Oğuz Atay genelde Tutunamayan romanıyla anılır. Fakat Tutunamayanlar'ın bir devamı niteliğinde çıkardığı "tehlikeli oyunlar", "hem biçim hem de ele aldığı temalar açısından “Tutunamayanlar”dan hiç de aşağı değildir. Üstelik, ilkinin birçok okuyucuya dağınık gelen olay örgüsü yerine, ikincisinde daha derli toplu bir anlatımı seçmişti yazar, ama bir tür okuyucu için 80’li yıllarda neredeyse külte dönüşen “Tutunamayanlar”ın yanında sönük kalmaktan kurtulamadı “Tehlikeli Oyunlar”.
Oğuz Atay’ın İronik Anlatısı
Geçtiğimiz yıl yayınlanan yarım kalmış romanı »Eylembilim« de dahil olmak üzere, bütün romanlarında aynı duyguyu hissettirmişti Atay, yani; buruk bir tebessümde ifadesini bulan umutsuzluğu! Tebessüm ve umutsuzluğu yanyana getirmek ise ironik anlatımının başarısıydı. Hayatın karşısında çaresizlik içinde koşuşturup duran, bir türlü kimlik edinemeyen küçük burjuva aydının trajedisini, bilinç akışı tekniği ile öyküleyerek, algı, gerçek ve duygu arasında sürekli gelgitler kuran yazar, en ciddi anların zihindeki komik karşılıklarını\simgelerini yakalamada olağanüstü başarılıdır.
Bütün kahramanları gibi, »Tehlikeli Oyunlar«daki Hikmet Benol da kendine önemli misyonlar yüklemiş, ancak bir süre sonra »hiçliğin«in farkına varmıştır. Kendini toplayıp dönüşünü muhteşem kılmak amacıyla bir gecekondu mahallesine yerleşir. Bir oyun yazacaktır. Ona göre; ülkemiz bir oyun yeridir« zaten. Ancak, oynamak istediği oyunları zaten oynamıştır o, geçmişi tekrar etmek mümkün değildir. Bir türlü yazamaz, erteler, hayallerini anlatır durur. Kaçınılmaz son intihardır.
Böyle bir öyküyü klasik gerçekçi tarzda işleyerek, acı yüklü bir metin yaratmak mümkün. Oysa Atay’ın niyeti bu değil. O, aslında bir insan ölümünü değil, bir üçüncü dünya ülkesi aydınının çaresizliğini yakalamaya çalışıyor. Kitap bütünüyle simgelerle kaplı. Daha ilk başta, Hikmet Benol ismiyle, hem keramet sahipliği, hem de bireyleşme arayışı temsil edilmiş. Kendisi gibi bir kenara çekilmiş emekli albay Hüsamettin Bey’le olan dostluğu ve iletişimsizliği de, 70’li yılların popüler sol politikası olan aydın/ordu ilişkisinin bir parodisi olarak okunabilir. İçinde yaşadığı toplumu çok iyi tahlil ettiği anlaşılan yazar, »Tutunamayanlar« romanı ile TDK ödülünü kazandığında, henüz 12 Mart darbesi yapılmamış, ve onun anlattığı küçük burjuva aydın tipolojisi siyasal ve toplumsal anlamda öne çıkmamıştı.
»Tehlikeli Oyunlar«, darbenin ardından kaleme alınmıştır, ve kabuğuna çekilmiş küçük burjuva aydının çaresizliği daha belirgindir. Yazar bu tipolojinin kimlik sorununa gecekondu halkı ile bütünleşmenin bir çözüm getirmeyeceğinin farkındadır. »Bütün gecekondu halkının daracık sokaklarda birikeceğini sandım beni görmek için« diyen Hikmet Benol, düşkırıklığını »değil bütün gecekondu halkının, değil bu ev halkının, sizin, bir tek insanın ve bana bu kadar yakın oturan bir dostun bile ilgisini çekmeyi başaramadım« sözleriyle ifade ederken, bir anlamda, küçük burjuva aydının yoksul kesime erken bir vedasını da dile getirmiştir. Oğuz Atay'ın gecekondu insanı ile kaynaşamayan kahramanı Hikmet Benol, 90'lı yılların Beyoğlu/Cihangir entelektüel topluluğunun bir prototipidir aslında.
Oğuz Atay ve romanları hakkında kısa bir tanıtım yazısı yazmak gerçekten zor. Serbest çağrışıma bırakılmış insan bilincinden dökülen çok katmanlı simgelerle yüklü metinlerinden ilk göze çarpanıydı yukarıda yazdıklarım. Oysa, Emekli Albay tipi bile başlı başına bir yazı konusu olabilir. Hele öykünün sonunda Hikmet Benol'un ölüm haberini iletmek için gazeteye yazdığı mektupta, söylemek istediğinin teferruatlarlasın arasında kaybolup gitmesi, tam bir mizah şaheseri, hedefini on ikiden vuran bir taşlamadır.
Elbette yalnızca toplumsal gözlem ve eleştirisine değinilerek geliştirilemez Oğuz Atay. Yazdıklarının sosyolojik önemi olmasaydı bile, onun romanları Türk Romanı'nda ayrı bir sayfa açtırabilirlerdi. Çünkü Atay, bizde pek rastlanmayan bilin çakışı tekniğini kusursuz bir biçimde uygulamayı başarmıştı. İlginçtir, roman tarihinde bilinç akışını ilk kullanan yazar -Recaizade Ekrem- bu coğrafyada yetişmiş, ancak Cumhuriyet dönemi Türk romanı, biraz da politik kaygılar, daha açık söylersem; toplumcu gerçekçilik nedeni ile, bilinç akışını bütünüyle ihmal etmişti. Dünya edebiyatında Joyce, Faulkner, Musil, Woolf gibi isimlerle anılan türü, kendi toplumunu ve dönemini yansıtmak için kullanan Oğuz Atay’ın öneminin ancak ölümünden sonra, 80’li yıllarda anlaşılabilmesi ve bugüne gelindiğinde etkisini hisettirmiyor oluşu, Türk romanı için büyük bir kayıp olarak değerlendirilmelidir.
Oğuz Atay’ın metinlerinde, ancak keskin bir zekanın ürünü olabilecek mizahı ve ince eleştiriyi hemen farkedecek, sanılanın aksine başından sonuna dek keyifle okuyacaksınız. İletişim Yayınlarının sürekli tedavülde tuttuğu Atay külliyatını mutlaka okuyun.
A. Ömer Türkeş
Onun yazdıkları her ne kadar başka bir dile çevrilmemiş de olsa, bize özgü olanı, bu milletin nev-i şahsına münhasırlığını evrenselleştirir (gerçi Tutunamayanlar daha yazılırken, eşzamanlı olarak İngilizceye çevrilmişti; fakat bu versiyon hiçbir zaman ortaya çıkmadı. Zaten Atay'ı İngilizceye falan çevirebilmek için, Joyce çevirmenleri düzeyinde İngilizce, Şiar Yalçın ayarında Türkçe-Osmanlıca bilmek; Nevzat Erkmen kalitesinde bir obsede olmak gerekir).
Onun keskin zekası, hiciv kabiliyeti, erişilmez ironisi, trajik ve komik olanı yanyana koyup hatta içiçe geçirmesi karşısında ne b.. yiyeceğimizi bilemeyiz. Bazen kitabı kapatır ağlarız; bir an sonra gülmekten kırılırız. Yıllar önce, Atay'ın özellikle son döneminde sürekli yanında olan bir arkadaşıyla içki içerken, alkolün de tesiriyle bir 'samimiyet buhranı'na kapılarak zırlamaya başlamış ve bunun üzerine o arkadaştan şu lafı işitmiştim: »Onun yazdıklarından etkilenme halimiz o kadar ağır bastı ki, sağlığında olduğu gibi öldükten sonra da kendisiyle, yani yazdıklarının kendisiyle pek ilgilenemedik«. Halbuki ilgilenmeliydik. Onun romanlarındaki derin ve detaylı hesaplaşmalardan ders almalı, bugün geldiğimiz çok daha perişan insanlık durumlarına düşmemek için çabalamalıydık. Olmadı; onun uyarılarına kulak asmadık; bu milletin neredeyse bütün fertlerini yıllardır kemiren Alzheimer hastalığına karşı gereken önlemleri almadık.
Bugün onun yazdıklarını tekrar okuduğumda, Oğuz Atay'ı fena yapan, canını yakan biçimsizliklere bile nerdeyse sarılasım geliyor. Eski Türk filmlerindeki kötü adamları görmüş gibi oluyorum. Bugünün kötülüğü, sahtekarlığı ve kalitesizliği karşısında, 30 sene önceki alçaklıkları bile affedilebilir buluyorum. Mesela o zamanların 'kendini bulamamış' ve de 'tedirgin' cumhuriyet aydınları bile, şimdinin kendini, yolunu ve sponsorunu bulmuş, çetesini kurmuş, 'söylem'ini oturtmuş modern, hatta postmodern hokkabazlarının yanında naif falan kalıyor. O zamanın örümcek kafaları bile, şimdinin global-globül beyinlerine nazaran daha orijinal ve hakiki gözüküyor.
Oğuz Atay bir tarih yazarıydı aslında. Üstelik sadece cumhuriyet dönemine değil, bir şekilde bu coğrafyaya, bu 'kenar Batı'ya gelmiş insanların varoluş-hissediş-duruş tarihine tanıklık etmiş; fiction'larıyla yaşadığımız gerçekliği sarsmıştı. 1987'de Cumhuriyet'te onun hakkında bir yazı yazma cüretini gösterdiğimde "Oğuz Atay'ın koyduğu dil aynasından kaçış yok" demiştim. Bugün hala o aynanın kör noktasız olduğunu düşünüyorum ve ne zaman onunla ilgili bir birşeyler yazmaya koyulsam, kendimi yakalanmış hissediyorum. Kitaplarından birini açıyorum; herhangi bir pasajı okumaya başlıyorum ve üstüne bastığım zeminin sağlam olmadığını hatırlayıp rahatlıyorum.
Baby700
Oğuz Atay bir tarih yazarıydı aslında. Üstelik sadece cumhuriyet dönemine değil, bir şekilde bu coğrafyaya, bu 'kenar Batı'ya gelmiş insanların varoluş-hissediş-duruş tarihine tanıklık etmiş; fiction'larıyla yaşadığımız gerçekliği sarsmıştı. 1987'de Cumhuriyet'te onun hakkında bir yazı yazma cüretini gösterdiğimde "Oğuz Atay'ın koyduğu dil aynasından kaçış yok" demiştim. Bugün hala o aynanın kör noktasız olduğunu düşünüyorum ve ne zaman onunla ilgili bir birşeyler yazmaya koyulsam, kendimi yakalanmış hissediyorum. Kitaplarından birini açıyorum; herhangi bir pasajı okumaya başlıyorum ve üstüne bastığım zeminin sağlam olmadığını hatırlayıp rahatlıyorum.
Baby700
Yıldız Ecevit, onun romanının çok katmanlı yapısına bakarken şu değerlendirmeleri yapar: "Toplum ve aile yaşamı, insan ilişkileri ve kişinin iç dünyası Atay'ın yapıtlarında bilinçakımı tekniği aracılığıyla gözler önüne serilmiştir. Gören, eleştiren kişidir Atay'ın aydını; yoz değer yargılarına uyum sağlayamaz, böyle bir yaşamda tutunamaz. Yazarın yapıtlarındaki topluma yönelik eleştirinin yoğunluğuna karşın, ana sorunsal bireye yöneliktir, ontolojiktir."3
Berna Moran, Atay'ın ilk yapıtında beliren romancılığının yenilikçi yanını ise şu belirlemesiyle ortaya koyar: "...Tutunamayanlar, anlatıcıları ve anlatım yöntemleri bakımından zengin bir roman ve Atay gördüğümüz gibi, bu bu çeşitlilikten yararlanmış. Yöntemler arasında büyük başarıyla kullandığı yöntem, kuşkusuz, iç-konuşma yöntemi. Atay, okura Turgut'un bilincini, araya aracı sokmadan, dolaysız olarak seyrettirirken, bu yöntemi kah toplumsal eleştiri, kah mizah, kah Turgut'un iç çatışmalarını sergilemek yolunda kullanmış. Ayrıca iç-konuşmayı kimi zaman diyaloga, kimi zaman çok kişili bir oyun sahnesine dönüştürerek yönteme daha karmaşık, daha renkli ve çok işlevli bir şekil kazandırdığını söylemek gerek. Tutunamayanlar, anlatım tekniği bakımından, Türk romanında, gereken ilgiyi görmemiş bir aşamadır demek yanlış olmaz sanırım."4
Aydınlanmacı bir sanat anlayışından yana olan Atay, bu düşüncelerini bir söyleşisinde şöyle dile getirir: "Romanı, hikayeyi, tiyatroyu bir esnaflık olarak benimseyenler bile, son zamanlarda sanatın başına bir devrimci sıfatının getirilmesinin artık yetmeyeceğini anlamış görünüyorlar. Ama bana kalırsa, bu sadece, bir görüntü. Bu yeni akımın geçerliliğini hissettikleri için, bunu da, kimseye kaptırmamak niyetindeler galiba. Sanat gerekliyse onu da biz yaparız diyorlar. 'Şimdiye kadar devrimciliği, nasıl, kimseye kaptırmamışsak, bunu da kaptırmayız.' Ama inanıyorum ki Bülent Ecevit'in dediği gibi, politikacılarımız, nasıl insanımızın gerisinde kalmaya başladıysa, onlar da geride kalacaktır. İnsanımız artık, gerçeği, gerçek olmayandan ayıracaktır. (...) Halka doğruyu söyleme iddiasında olanlar, onlara güncel başarılar sağlayacak küçük hesaplar peşinde koşarlarsa önce halkın karşısında saygınlıklarını yitirirler. Sanatçının vazgeçilmez bir tutkusu saydığım özgürlüğü, böyle küçük çeteler içinde yitirmeyi hiç anlamıyorum."5
1 Murat Belge, Edebiyat Üstüne Yazılar, s. 185, 1994
2 Çağlar Keyder, "Biz niçin Onlar Gibi Olamıyoruz", Milliyet, 29 Ocak 1984
3 Yıldız Ecevit, Oğuz Atay'da Aydın Olgusu, S. 10-11, 1989
4 Berna Moran, Anlatım Yönteminin 'Tutunamayanlar'a Katkısı, H. Gösteri, Temmuz 1989, Sayı: 104
5 Recep Bilginer, "Şimdi Ne Yapıyorlar?" Oğuz Atay, Politika gazetesi, 3 Eylül 1976
Feridun Andaç
2 Çağlar Keyder, "Biz niçin Onlar Gibi Olamıyoruz", Milliyet, 29 Ocak 1984
3 Yıldız Ecevit, Oğuz Atay'da Aydın Olgusu, S. 10-11, 1989
4 Berna Moran, Anlatım Yönteminin 'Tutunamayanlar'a Katkısı, H. Gösteri, Temmuz 1989, Sayı: 104
5 Recep Bilginer, "Şimdi Ne Yapıyorlar?" Oğuz Atay, Politika gazetesi, 3 Eylül 1976
Feridun Andaç
Geleceği Elinden Alınan Adamın
Geçmişi de Elinden Alınacak Diye Korkuyorduk
Geçmişi de Elinden Alınacak Diye Korkuyorduk
“Tutunamayanlar”ın yazarı önsözlerle, bakış açıları ne olursa olsun “Hayatı ve Eserleri” türünden bönsözler üreten kalem efendileri ile inceden inceye alay ediyor. Aklıma çağdaş bir düşünürün, Jacques Derrida’nın, önsözün anlamsızlığını vurgulamak için önsözler üzerine bir kitabına yazdığı uzun önsöz geliyor: Oğuz Atay’a gönülden katılıyorum aslında; gene de “Hayatı ve Eserleri” için birkaç ön ya da son söz, daha doğrusu sondan bir önceki söz yazma gerekliliği duyuyorum. Bir “hak”sa bu, biraz da şundan doğuyor: Yaşamamış, onun için de hiçbir şey yazmamış bir(kaç) kişinin “Hayatı ve Eserleri” üzerine yazdım daha önce, neden Oğuz Atay vahasına girmeyeyim, diyorum.
Tamtamına yarım yüzyıl önce doğmuş Oğuz Atay: 1934’te. 1977’de, 43 yaşında ölene dek, hızlı dönen bir dünyanın ne hızına, ne de ritmine ayak uydurabilmiş: Harflerine sinen siyah ama ince alayı biraz kazıyın, herkes adına kanayan vandal bir yürek bulursunuz orada. Doğduğu yıl, "kenarında" yaşadığımıza inandığı Batı dünyasına deccal inmiş: Hitler'in iktidara geldiği andan başlayarak, daralmış bir Türkiye'de geçirmiş çocukluğunu. Okuma-yazma öğrenmeye başladığı yıl, Joyce "Finnegans Wake"i yayımlamış ve romanın sınırına değmiş. DP'nin iktidara geldiği yıl, Ankara Maarif Koleji'nde lise öğrencisi, İstanbul'da mühendislik öğrencisi olduğu yıllarda ise Türkiye'nin çehresi değişiyor inanılmaz bir hızla: Yeni binalar, yeni yollar, atölyeler yapılıyor; yeni bir çukur açılıyor Cumhuriyet'in ortasında. Mühendis çıktığı sırada "Pazar Postası"nın içinde Oğuz Atay: Yazmayı ne ölçüde düşünüyor, yazmayı düşünüyor mu bunu bilemiyoruz, ama şiirinde, düz yazı serüveninin de yoğun sarsıntı geçirdiği bir dönemde, bu sarsıntının "sahne"sini oluşturan "Pazar Postası"nda amansız bir tanık olarak, sessiz ve geride, olup biteni izlediğini biliyoruz.
1954'te "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", 1956'da "Perçemli Sokak", 1957'de Vüsat O'Bener'in "Yaşamasız"ı Kemal Tahir'in "Rahmet Yolları Kesti"si, 1958'de "Üvercinka", bir yıl sonra da "ishak", "Panayır" ve "Aylak Adam" çıkıyor. Türk şairi dili ve anlamı, sözdizimi ve mantığı köktenci bir yaklaşım içinde kurcalıyor. Düz yazıda da durum farklı değil: Şüphesiz, bir yanda Halit Ziya'nın öte yandan Sait Faik'in açtığı koridorlarda, ama onlardan bir bakıma telaşla uzaklaşarak anlatım ve bildiri düzlemlerinde açık bir başkalaşım yaşanıyor. Oğuz Atay ne yapıyor, hala bilemiyoruz. Nice yıl sonra, ölüme beş kala yazdığı gibi "biraz gecikmiş" olduğu için bu değişimi ıskalıyor mu, yoksa "aceleciliği" sayesinde belli bir basamağında değişim sürecine yetişiyor mu? Öyle sanıyorum ki, anı anına olmasa bile, Türk yazarının dili ile olan yüzyüze ve kıyasıya çekişmesine Oğuz Atay'ın tanık olmadığını söylemek güç.
Tamtamına yarım yüzyıl önce doğmuş Oğuz Atay: 1934’te. 1977’de, 43 yaşında ölene dek, hızlı dönen bir dünyanın ne hızına, ne de ritmine ayak uydurabilmiş: Harflerine sinen siyah ama ince alayı biraz kazıyın, herkes adına kanayan vandal bir yürek bulursunuz orada. Doğduğu yıl, "kenarında" yaşadığımıza inandığı Batı dünyasına deccal inmiş: Hitler'in iktidara geldiği andan başlayarak, daralmış bir Türkiye'de geçirmiş çocukluğunu. Okuma-yazma öğrenmeye başladığı yıl, Joyce "Finnegans Wake"i yayımlamış ve romanın sınırına değmiş. DP'nin iktidara geldiği yıl, Ankara Maarif Koleji'nde lise öğrencisi, İstanbul'da mühendislik öğrencisi olduğu yıllarda ise Türkiye'nin çehresi değişiyor inanılmaz bir hızla: Yeni binalar, yeni yollar, atölyeler yapılıyor; yeni bir çukur açılıyor Cumhuriyet'in ortasında. Mühendis çıktığı sırada "Pazar Postası"nın içinde Oğuz Atay: Yazmayı ne ölçüde düşünüyor, yazmayı düşünüyor mu bunu bilemiyoruz, ama şiirinde, düz yazı serüveninin de yoğun sarsıntı geçirdiği bir dönemde, bu sarsıntının "sahne"sini oluşturan "Pazar Postası"nda amansız bir tanık olarak, sessiz ve geride, olup biteni izlediğini biliyoruz.
1954'te "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", 1956'da "Perçemli Sokak", 1957'de Vüsat O'Bener'in "Yaşamasız"ı Kemal Tahir'in "Rahmet Yolları Kesti"si, 1958'de "Üvercinka", bir yıl sonra da "ishak", "Panayır" ve "Aylak Adam" çıkıyor. Türk şairi dili ve anlamı, sözdizimi ve mantığı köktenci bir yaklaşım içinde kurcalıyor. Düz yazıda da durum farklı değil: Şüphesiz, bir yanda Halit Ziya'nın öte yandan Sait Faik'in açtığı koridorlarda, ama onlardan bir bakıma telaşla uzaklaşarak anlatım ve bildiri düzlemlerinde açık bir başkalaşım yaşanıyor. Oğuz Atay ne yapıyor, hala bilemiyoruz. Nice yıl sonra, ölüme beş kala yazdığı gibi "biraz gecikmiş" olduğu için bu değişimi ıskalıyor mu, yoksa "aceleciliği" sayesinde belli bir basamağında değişim sürecine yetişiyor mu? Öyle sanıyorum ki, anı anına olmasa bile, Türk yazarının dili ile olan yüzyüze ve kıyasıya çekişmesine Oğuz Atay'ın tanık olmadığını söylemek güç.
27 Mayıs 1960. Yeni bir dönemeç, yeni bir anayasa, yepyeni kurumsal açılımlar, TİP kuruluyor, AP kuruluyor, TÖS kuruluyor. Avcıoğlu ve Soysal "Yön""ü, Mehmet Fuat "Yeni Dergi"yi, Cemal Süreya "Papirüs"ü çıkarıyor. Nazım Hikmet'in şiiri ve Kemal Tahir öne çıkıyor hızla. Türkiye'de, aynı anda, sosyalizm ve varoluşçuluk aydınlar arasında gündeme geliyor. Türk yazarının dil ve anlatım ile kavgası sürüyor bir yandan: "Mısırkalyoniğne", "Bakışsız Bir Kedi Kara", "Hallaç" ve "Troya'da Ölüm Vardı" aynı yıllarda günışığına çıkıyor, Joyce ve Faulkner çevriliyor. Öte yandan "köy gerçekliği" ile tanışılıyor: "Susuz Yaz"dan "Yılanların Öcü"ne, "Cemo"ya edebiyatın öteki yüzü çiziliyor.
Artık hazırlanıyor Oğuz Atay: 1970'de TRT'nin açtığı yarışmaya katılacağı, bir jüri üyesinin deyişiyle "484 sayfalık bir emeğin ve tutkunun en açık belirtisi" el yazması, demin kaba hatlarını verdiğimiz bir ortamda yazılmıştır. Cumhuriyet döneminde yetişen aydın kuşaklarının biraz sarsak, daha çok da tutarsız, gamlı, traji-komik tarihini 32 kısım tekmili birden kucaklar "Tutunamayanlar". İlk cildin yayımlanışında bile gizli bir ürpertiyle, hoşgörüyle maskelenmiş atıl bir öfkeyle karşılanmış olması şaşırtıcı değildir aslında: Kıdem esasına göre düzenlenmiş bir "edebiyat ortamı"na, okulsuz ve alaysız onun için de okursuz ve alaycı bir konuk geldi sanılmış, bu amatör hayaletin nasıl olsa 'tek' kitapta kalacağı düşünülmüş, gene de bu 'tek' kitapla (bile) kalacağı fikri kolay kolay sindirilememiştir.
Oysa konuk değildi Oğuz: Yüreğindeki kadar dağlayıcı bir acı vermeyen ama onu usul usul ölüm koridoruna ihbar eden beynindeki ur ile yolcuydu düpedüz. Onun için de, "Yedinci Mühür" deki gibi sonlu bir oyunla biraz kendini, daha çok da ölümü oyalamayı seçti: 1970'den 1977'nin son ayına dek programına zorla giren hastalık ve ameliyatla, zorunlu olarak giren acı, alay ve hüzünle iki roman, bir düzineye yakın öykü, bir oyun ve bir günlük yazdı. Öldüğünde dördüncü romanından 60 sayfa kadar yazmış, "Geleceği Elinden Alınan Adam" adını verdiği anlatıyı da bütünüyle tasarlamış durumdaydı.
Bu küçük önsözü açıkçası büyük bir sıkıntıyla, üstelik Oğuz'u kıs kıs gülerken görmüşçesine bir duygu içinde yazdım, şu garip Orwell yılında. Bir iki özel tutamağım vardı, avuntum da orada. Oğuz Atay'ın çift portreli bir insan olarak düşünülebileceği kanısındayım: Biri neredeyse "pozitivist", temel inançlarından soyutlanması güç, "dayanıklı" insan: "Topografya" kitabını, belki de Mustafa İnan'ın yaşam öyküsünü yazan, 1960'ların başında bir fikir gazetesi çıkartmak için çırpınan kişi. Öteki, tam tersi oysa: Korkuyu beklerkenden tehlikeli oyunlara bile tutunamayan, gene de o oyunlarla yaşayan, geleceği elinden alınmış, kırgın, hatta umutsuz biri: Günü geldiğinde yazdıklarının anlamına bile yetişemeyen Oğuz Atay. Biri gülüyorsa bu önsöze, öteki yalnızca bakıyordur. İkisi de inanmıyordur şüphesiz. İkisi de soruyordur sonra: “Ben burdayım sevgili okurum, sen neredesin?"
"Bir Zar Atımı"nın önsözünde şunları yazar Mallarme: "Bu not okunmasın ya da okunduktan sonra unutulsun isterdim." Ben de bu önsöz için aynı dilekte bulunacağım "Tutunamayanlar"ın okurundan: Romandan hemen hiç söz etmedim, kimse yazar ile okur arasına girmemelidir; Oğuz Atay'dan, o yaşarken olup-bitenden birkaç kıvılcım sürdüm önünüze: Bu kıvılcımlardan başkalarını çıkartmak daha kolay olabilir, diye düşündüm: "Tutunamayanlar" belli biri tarafından, belli tarih ve coğrafya enlem-boylamında, belli bir bağlamdan çıkıp belli bir bağlama doğru yazılmıştır. Onu kuşatan gerçekliği onun gerçekliğinden soyutlamamak gerek. Öte yandan, bir kitabın ön ve arka kapağı arasında belki de "hiç kimsenin ürünü" bir metin yer alıyordur: "Çağların, depremlerin, sellerin yazdığı" bir metin...
Oğuz'un kendisine giderayak yakıştırdığı tanımlama gerçekten yakışıyor mu ona? Gerçekten de geleceğinin elinden alındığına inanabilir miyiz bugün? Ölümünden yedi yıl sonra, "Bütün Eserleri"ni yayımlamayı üstlenen İletişim Yayınları'na, genç okurlara bu geleceği göğüsleme olanağı verdiği için Oğuz Atay'ı unutmayanlar adına teşekkür etmek isterim: Bizlerin korkusu, geçmişin de elimizden alınması olasılığından kaynaklanmıyor muydu?
Enis Batur
Artık hazırlanıyor Oğuz Atay: 1970'de TRT'nin açtığı yarışmaya katılacağı, bir jüri üyesinin deyişiyle "484 sayfalık bir emeğin ve tutkunun en açık belirtisi" el yazması, demin kaba hatlarını verdiğimiz bir ortamda yazılmıştır. Cumhuriyet döneminde yetişen aydın kuşaklarının biraz sarsak, daha çok da tutarsız, gamlı, traji-komik tarihini 32 kısım tekmili birden kucaklar "Tutunamayanlar". İlk cildin yayımlanışında bile gizli bir ürpertiyle, hoşgörüyle maskelenmiş atıl bir öfkeyle karşılanmış olması şaşırtıcı değildir aslında: Kıdem esasına göre düzenlenmiş bir "edebiyat ortamı"na, okulsuz ve alaysız onun için de okursuz ve alaycı bir konuk geldi sanılmış, bu amatör hayaletin nasıl olsa 'tek' kitapta kalacağı düşünülmüş, gene de bu 'tek' kitapla (bile) kalacağı fikri kolay kolay sindirilememiştir.
Oysa konuk değildi Oğuz: Yüreğindeki kadar dağlayıcı bir acı vermeyen ama onu usul usul ölüm koridoruna ihbar eden beynindeki ur ile yolcuydu düpedüz. Onun için de, "Yedinci Mühür" deki gibi sonlu bir oyunla biraz kendini, daha çok da ölümü oyalamayı seçti: 1970'den 1977'nin son ayına dek programına zorla giren hastalık ve ameliyatla, zorunlu olarak giren acı, alay ve hüzünle iki roman, bir düzineye yakın öykü, bir oyun ve bir günlük yazdı. Öldüğünde dördüncü romanından 60 sayfa kadar yazmış, "Geleceği Elinden Alınan Adam" adını verdiği anlatıyı da bütünüyle tasarlamış durumdaydı.
Bu küçük önsözü açıkçası büyük bir sıkıntıyla, üstelik Oğuz'u kıs kıs gülerken görmüşçesine bir duygu içinde yazdım, şu garip Orwell yılında. Bir iki özel tutamağım vardı, avuntum da orada. Oğuz Atay'ın çift portreli bir insan olarak düşünülebileceği kanısındayım: Biri neredeyse "pozitivist", temel inançlarından soyutlanması güç, "dayanıklı" insan: "Topografya" kitabını, belki de Mustafa İnan'ın yaşam öyküsünü yazan, 1960'ların başında bir fikir gazetesi çıkartmak için çırpınan kişi. Öteki, tam tersi oysa: Korkuyu beklerkenden tehlikeli oyunlara bile tutunamayan, gene de o oyunlarla yaşayan, geleceği elinden alınmış, kırgın, hatta umutsuz biri: Günü geldiğinde yazdıklarının anlamına bile yetişemeyen Oğuz Atay. Biri gülüyorsa bu önsöze, öteki yalnızca bakıyordur. İkisi de inanmıyordur şüphesiz. İkisi de soruyordur sonra: “Ben burdayım sevgili okurum, sen neredesin?"
"Bir Zar Atımı"nın önsözünde şunları yazar Mallarme: "Bu not okunmasın ya da okunduktan sonra unutulsun isterdim." Ben de bu önsöz için aynı dilekte bulunacağım "Tutunamayanlar"ın okurundan: Romandan hemen hiç söz etmedim, kimse yazar ile okur arasına girmemelidir; Oğuz Atay'dan, o yaşarken olup-bitenden birkaç kıvılcım sürdüm önünüze: Bu kıvılcımlardan başkalarını çıkartmak daha kolay olabilir, diye düşündüm: "Tutunamayanlar" belli biri tarafından, belli tarih ve coğrafya enlem-boylamında, belli bir bağlamdan çıkıp belli bir bağlama doğru yazılmıştır. Onu kuşatan gerçekliği onun gerçekliğinden soyutlamamak gerek. Öte yandan, bir kitabın ön ve arka kapağı arasında belki de "hiç kimsenin ürünü" bir metin yer alıyordur: "Çağların, depremlerin, sellerin yazdığı" bir metin...
Oğuz'un kendisine giderayak yakıştırdığı tanımlama gerçekten yakışıyor mu ona? Gerçekten de geleceğinin elinden alındığına inanabilir miyiz bugün? Ölümünden yedi yıl sonra, "Bütün Eserleri"ni yayımlamayı üstlenen İletişim Yayınları'na, genç okurlara bu geleceği göğüsleme olanağı verdiği için Oğuz Atay'ı unutmayanlar adına teşekkür etmek isterim: Bizlerin korkusu, geçmişin de elimizden alınması olasılığından kaynaklanmıyor muydu?
Enis Batur
13 Aralık Perşembe günü Oğuz Atay'ın ölüm yıldönümüdür. Öleli tam tamına 30 yıl olmuş demek. Birçok etkinlik yapılıyor, ama beni bu yazıyı yazmaya iten Murathan Mungan'ın Oğuz Atay'a yazdığı "mektubu" oldu biraz da. Çok iyi bir yazardır Murathan, yazdığı mektup, yazarlığı kadar çok iyi bir mektuptur. Döne döne okudum birkaç kez. Sevenleri, insana böylesi mektuplar yazsa keşke; her zaman!
Muhsin Kızılkaya
Birgün
Birgün
Oğuz Ataya'a Mektup-Murathan Mungan
Sevgili Oğuz'cuğum,
Her geçen gün yokluğunu daha fazla hissetmeye başladım. Seninle tanışmadan önce Türk edebiyatında kendimce tüm kefişleri yapmış , artık pek bir şeyin kalmadığına ukalaca kanaat getirmiştim ki sevgili abim "muhteşem bir adam keşfettim" diye içeri girdiğinde elime tutuşturduğu o zaman iki cilt olan Tutunamayanlar romanını gördüğümde abime olan inancımdan iyi olabileceğini düşünmüş ve Tutunamayanların ilk cildine hemen başlamıştım.
Büyülenmiştim adeta ilk cümlelerinle. Öylesine bir anlatımdı ki elimden bırakamıyor ve yazdığın her satırda kaybolduğumu hissediyordum.
Her zaman her yazıda yazılanlara yansıtılanların gölgesinde bir yerlerde yazan kişinin de olduğuna inandığımdan sanki sana da dokunuyordum.
Ve sen nasıl güzel bir insandın....
Her satırında insana ait her olgu cesurca, hiç yalana dolana kaçmadan salt gerçekliğiyle ve bir o kadar da naif yönleriyle ortaya koyulurken tebessümle birlikte ince bir sızıyı da bırakıyordu yüreklerde.
Biliyormusun, seni tanıdığım gün öldüğünü de öğrenmiştim ve ne büyük bir kayıptı Türk edebiyatı için. Kısacık ömrüne sığdırdığın diğer kitaplarında defalarca okundu tarafımdan. Son senelere kadar özenle oluşturduğum kitaplığımda senin hiç bir kitabın olmazdı.
Mutlaka bir özlem düşerdi yüreğime ve ben soluğu kitapçıda alır,senin kitabınla çıkardım ve başlardım yeniden ,yeniden okumaya. Çoğu yerlerini ezberlemiştim yazdıklarının, ve ne gariptir sanki ilk kez okuyuyormuşcasına heyecanlanır ve o ilk kitabını okuduğum andaki duyguları bir kez daha yaşardım.
Kitaplarının okunması bitirildikten sonra başkalarına verildi hep . Ama geçen yıl tüm kitaplarını tekrar aldığımda kimseye vermeme kararı aldım.
Çevremdeki herkes seninle ilgili bir şeyler biliyor artık, ne kadar gerçek anlamda seni anlayabilmiş o konu da emin değilim ama en azından" Oğuz Atay mı ,kim o ?" diyen yok artık....
Canım Oğuzcuğum Atay, bir kaç gündür bunun iyi olup olmadığını sorgulamaya başladım biliyormusun? Hemen heryerde senin cümlelerinle karşılaşıyorum ve o karşılaşma anında mutlu mu olmalıyım , olmamalımıyım ? karar veremiyorum bir türlü.
Tam zamanında öldün belki de. Gerçi geride tarifi imkansız acılar bıraktın ama yine de tam zamanında öldün. Ortalık toz duman buralarda...
Hemen hergün bir yerlerden edebiyatçılar türeyiveriyor. Dergilerle başa çıkılacak gibi değil, adım başı bir dergiyle karşılaşıyorsun ve ister istemez düşünüyorsun; Bu kadar çok mu edebiyatı seviyoruz?
Doğal olarak neredeyse dergi çöplüğüne dönen ülkemizde kendiliğinden bitiveren edebiyatçılarla karşılaşıyoruz. Çok iyi kalemlere de rastlıyorum ama çoğunluğa baktığım zaman gözlerime inanamıyorum.
Sana söylemişmiydim bilmiyorum. Hiç bir zaman ölümle ilgili bir korkum olmadı. Öleceğimi biliyorum elbette ama bazen ölmeyi istemediğim anlar oluyor. Henüz okumadığım kitaplar var ve benden sonra yazılanları okuyamayacağım diye bir kaygı nedeniyle ölmeyi istemiyorum.
Ancak , okumam için çıkan yeni kitaplara göz attığımda, yeni edebiyatçılarla karşılaştığımda ister istemez bunlar için mi yaşamak istiyorum dediğim de oluyor...
Sadece sen değil, seninle birlikte Edip Cansever, Ece Ayhan gibi dahilerin yok olduğu ülkemizde geride kalan gerçekten bir kaç çok iyi edebiyatçıların da yok olmasıyla "ne olacak bu Türk edebiyatının hali ?" diye düşünmeye başladım.
Hatta işi çok daha ileri boyuta taşımaya karar verdim.Unuttuğum Almancayı tekrar hatırlamak için kurslara gitmeliyim diye düşünüyorum, arkasından Fransızca öğrenmeliyim, peşinden İtalyanca gelmeli, diller öğrenmeliyim, öğrenmeliyim ki edebiyat keyfim devam edebilsin.
Çünkü artık anlayamıyorum, bu dergiler neden çıkar, hangi ilkeyle yol alır, bu romanlar neden basılır, kimdir bu şahsiyet,edebi ederi ne kadardır? bilmiyorum....
Eskiden en azından eleştirmenlerimiz vardı adam gibi. Güvenirdik önerilerine, yada öngörülerine...
Yok oldular onlarda, sanki yer altına girdiler, sustular...
Var olanlar da anlamsız bir pohpohlama edebiyatıyla edebiyatın katilleri aslında.
Haklısın,denileceklerin farkındayım. Ben kimim ki boyumdan büyük laflar ediyorum, sonuçta bir müzik eğitimcisiyim, herkes halinden çok memnunken, minik alıntılarla oradan buradan cımbızlanan cümlelerle edebiyatsever kimliğindeyken değersizdir cümlelerim.
Ama bu topraklarda sen de yetiştin Oğuz, yabancısı değilsin çoğu şeye kuşkusuz da, bulunduğun yerden yeni cümlelerin gelmiyor, gelmesi gerekirken oysa, işte bu feci koyuyor bana.
Yaşasaydın, eyleneceğin çok şeylerde çıkabilirdi, hatta bunlar kelimelere dökülerek bizlere ulaşırdı.
"Bana bunu da yaptırdınız sonunda "diyerek sende facebook a üye olurmuydun? bilmiyorum. En fazla hayran sayfası senin sayfan mı olur du yoksa? Haberin olsun şu anda bir hayran sayfan var ve sana hayran olanlar onbeş bin civarında. Üzülerek söylüyorum hayran sayfası senden daha fazla olanlarda var. Mesela ev yemekleri sayfası yirmibinlere ulaşmış durumda....
Ama hak vermelisin ,kadınlarımız büyük bir atak yaptı son zamanlarda. Ev hanımlarımız dahi bilgisayarla haşır neşirken bu sayfaların bu denli yoğun olması senin tarafından da hoş karşılanırdı sanırım.
Şiirlerini hatırlıyorum, çok hoş şiirlerdi ve ne hoş dalga geçerdin bir çok şeyle. Ama edebiyatta geçer akçenin şiir olduğuna karar verip gerçekten şiir yazmaya soyunurmuydun acaba? Hatta şiirin kendi ritmini ve melodisini hiçe sayıp, okura biraz daha şirin gözükebilmek amacıyla altına müzik döşeyerek video haline getirirmiydin?
Ben burdayım sevgili okuyucu dedin ya ve arkasından sordun ;sen nerdesin? diye...
Herkes; çöplükte Oğuz , garip bir durumda anlayacağın edebiyat dünyası ve insanlar, bu sebeple rahat uyu, olduğun yerde....
Her geçen gün yokluğunu daha fazla hissetmeye başladım. Seninle tanışmadan önce Türk edebiyatında kendimce tüm kefişleri yapmış , artık pek bir şeyin kalmadığına ukalaca kanaat getirmiştim ki sevgili abim "muhteşem bir adam keşfettim" diye içeri girdiğinde elime tutuşturduğu o zaman iki cilt olan Tutunamayanlar romanını gördüğümde abime olan inancımdan iyi olabileceğini düşünmüş ve Tutunamayanların ilk cildine hemen başlamıştım.
Büyülenmiştim adeta ilk cümlelerinle. Öylesine bir anlatımdı ki elimden bırakamıyor ve yazdığın her satırda kaybolduğumu hissediyordum.
Her zaman her yazıda yazılanlara yansıtılanların gölgesinde bir yerlerde yazan kişinin de olduğuna inandığımdan sanki sana da dokunuyordum.
Ve sen nasıl güzel bir insandın....
Her satırında insana ait her olgu cesurca, hiç yalana dolana kaçmadan salt gerçekliğiyle ve bir o kadar da naif yönleriyle ortaya koyulurken tebessümle birlikte ince bir sızıyı da bırakıyordu yüreklerde.
Biliyormusun, seni tanıdığım gün öldüğünü de öğrenmiştim ve ne büyük bir kayıptı Türk edebiyatı için. Kısacık ömrüne sığdırdığın diğer kitaplarında defalarca okundu tarafımdan. Son senelere kadar özenle oluşturduğum kitaplığımda senin hiç bir kitabın olmazdı.
Mutlaka bir özlem düşerdi yüreğime ve ben soluğu kitapçıda alır,senin kitabınla çıkardım ve başlardım yeniden ,yeniden okumaya. Çoğu yerlerini ezberlemiştim yazdıklarının, ve ne gariptir sanki ilk kez okuyuyormuşcasına heyecanlanır ve o ilk kitabını okuduğum andaki duyguları bir kez daha yaşardım.
Kitaplarının okunması bitirildikten sonra başkalarına verildi hep . Ama geçen yıl tüm kitaplarını tekrar aldığımda kimseye vermeme kararı aldım.
Çevremdeki herkes seninle ilgili bir şeyler biliyor artık, ne kadar gerçek anlamda seni anlayabilmiş o konu da emin değilim ama en azından" Oğuz Atay mı ,kim o ?" diyen yok artık....
Canım Oğuzcuğum Atay, bir kaç gündür bunun iyi olup olmadığını sorgulamaya başladım biliyormusun? Hemen heryerde senin cümlelerinle karşılaşıyorum ve o karşılaşma anında mutlu mu olmalıyım , olmamalımıyım ? karar veremiyorum bir türlü.
Tam zamanında öldün belki de. Gerçi geride tarifi imkansız acılar bıraktın ama yine de tam zamanında öldün. Ortalık toz duman buralarda...
Hemen hergün bir yerlerden edebiyatçılar türeyiveriyor. Dergilerle başa çıkılacak gibi değil, adım başı bir dergiyle karşılaşıyorsun ve ister istemez düşünüyorsun; Bu kadar çok mu edebiyatı seviyoruz?
Doğal olarak neredeyse dergi çöplüğüne dönen ülkemizde kendiliğinden bitiveren edebiyatçılarla karşılaşıyoruz. Çok iyi kalemlere de rastlıyorum ama çoğunluğa baktığım zaman gözlerime inanamıyorum.
Sana söylemişmiydim bilmiyorum. Hiç bir zaman ölümle ilgili bir korkum olmadı. Öleceğimi biliyorum elbette ama bazen ölmeyi istemediğim anlar oluyor. Henüz okumadığım kitaplar var ve benden sonra yazılanları okuyamayacağım diye bir kaygı nedeniyle ölmeyi istemiyorum.
Ancak , okumam için çıkan yeni kitaplara göz attığımda, yeni edebiyatçılarla karşılaştığımda ister istemez bunlar için mi yaşamak istiyorum dediğim de oluyor...
Sadece sen değil, seninle birlikte Edip Cansever, Ece Ayhan gibi dahilerin yok olduğu ülkemizde geride kalan gerçekten bir kaç çok iyi edebiyatçıların da yok olmasıyla "ne olacak bu Türk edebiyatının hali ?" diye düşünmeye başladım.
Hatta işi çok daha ileri boyuta taşımaya karar verdim.Unuttuğum Almancayı tekrar hatırlamak için kurslara gitmeliyim diye düşünüyorum, arkasından Fransızca öğrenmeliyim, peşinden İtalyanca gelmeli, diller öğrenmeliyim, öğrenmeliyim ki edebiyat keyfim devam edebilsin.
Çünkü artık anlayamıyorum, bu dergiler neden çıkar, hangi ilkeyle yol alır, bu romanlar neden basılır, kimdir bu şahsiyet,edebi ederi ne kadardır? bilmiyorum....
Eskiden en azından eleştirmenlerimiz vardı adam gibi. Güvenirdik önerilerine, yada öngörülerine...
Yok oldular onlarda, sanki yer altına girdiler, sustular...
Var olanlar da anlamsız bir pohpohlama edebiyatıyla edebiyatın katilleri aslında.
Haklısın,denileceklerin farkındayım. Ben kimim ki boyumdan büyük laflar ediyorum, sonuçta bir müzik eğitimcisiyim, herkes halinden çok memnunken, minik alıntılarla oradan buradan cımbızlanan cümlelerle edebiyatsever kimliğindeyken değersizdir cümlelerim.
Ama bu topraklarda sen de yetiştin Oğuz, yabancısı değilsin çoğu şeye kuşkusuz da, bulunduğun yerden yeni cümlelerin gelmiyor, gelmesi gerekirken oysa, işte bu feci koyuyor bana.
Yaşasaydın, eyleneceğin çok şeylerde çıkabilirdi, hatta bunlar kelimelere dökülerek bizlere ulaşırdı.
"Bana bunu da yaptırdınız sonunda "diyerek sende facebook a üye olurmuydun? bilmiyorum. En fazla hayran sayfası senin sayfan mı olur du yoksa? Haberin olsun şu anda bir hayran sayfan var ve sana hayran olanlar onbeş bin civarında. Üzülerek söylüyorum hayran sayfası senden daha fazla olanlarda var. Mesela ev yemekleri sayfası yirmibinlere ulaşmış durumda....
Ama hak vermelisin ,kadınlarımız büyük bir atak yaptı son zamanlarda. Ev hanımlarımız dahi bilgisayarla haşır neşirken bu sayfaların bu denli yoğun olması senin tarafından da hoş karşılanırdı sanırım.
Şiirlerini hatırlıyorum, çok hoş şiirlerdi ve ne hoş dalga geçerdin bir çok şeyle. Ama edebiyatta geçer akçenin şiir olduğuna karar verip gerçekten şiir yazmaya soyunurmuydun acaba? Hatta şiirin kendi ritmini ve melodisini hiçe sayıp, okura biraz daha şirin gözükebilmek amacıyla altına müzik döşeyerek video haline getirirmiydin?
Ben burdayım sevgili okuyucu dedin ya ve arkasından sordun ;sen nerdesin? diye...
Herkes; çöplükte Oğuz , garip bir durumda anlayacağın edebiyat dünyası ve insanlar, bu sebeple rahat uyu, olduğun yerde....
http://www.youtube.com/watch?v=I2X6UWLnFJs (Oguz Atay- Halit Ziya benzetmesi)