7 Mayıs 2011 Cumartesi

Ay Sarayı, Paul Auster


“Yaşamımızı bir yığın rastlantı belirliyor ve biz dengemizi koruyabilmek içn her gün bu şoklar ve rastlantılarla mücadele etmek zorundayız.” Marco Stanley Fogg,Ay Sarayı

Paul Auster’i, kendi gibi gizemli(internette hakkında çok az bilgiye ulaşabildik) Limonlu Bahçe’de konuştuk. Limonata kıvamında bir bahar akşamıydı. Yasemin, Canan ve Şule ‘nin yaşgünleri mayıs ayının ilk 11 gününde olduğundan; daha önceki yılda olduğu gibi bir kutlama yapamadık. 2010 yılında Ogün meyhanesinde, Yusuf Atılgan’ın Aylak adamı’nı konuşurken, aynı zamanda grubumuzun bu 3 nadide üyesinin yaşgününü de kutlamıştık. Her üçüne de mutlu yeni bir yaş diliyoruz. Gelecek sene keyifle kutlamak üzere…

Ay Sarayı, kitapla sürüklenmek isteyen okuyucuya da, kitabın derinliklerine inip, farklı imgelerin peşinde sürüklenmek isteyen okuyucuya da hitap ediyor. Paul Auster’in en iyi kitaplarını son on yılda yazdığı söyleniyor. Ay sarayı ise 1989 basımı, önemli özelliği otobiyografik bir içeriğinin olması. Auster, 1947 de doğmuş, aynı üniversitede okumuş, babası hayatta imiş ancak sürekli seyahatte olduğundan baba ilgisiyle büyümemiş, dayısı ona yurtdışından kitaplar gönderirmiş ve kitapta anlatılan açlık konusunu çok fakir olarak geçirdiği bir dönemde yaşamış.

Kitaptaki semboller anlatmakla bitmez durumunda, içlerinden en çarpıcılarını seçip, daha çok neden bunları kullandığını konuştuk.  Kitap, genel anlamda 3 kuşağı anlatıyor, birbirleriyle bağlantılarını tesadüflerle öğreniyoruz. Paul Auster, malum kitaplarında tesadüfleri kullanmayı seviyor. Oda, parkta kovuk, mağara gibi öğeleri kullanarak, kitabın genelinde üzerimizde bir klostrofobik etki yaratıyor. İletişim kurmayı bile baseball üzerinden yaparak veya Kitty nin konuşma yönetimi açıısndan başarını anlatırken de içe kapanıklıktan dem vurup, çifte etkiye yol açıyor…

Kitabımızın kahramanı, Marco Stanley Fogg. Marco tabi ki Marco Polo’dan-Çin ‘e giden ilk Avrupalıdan, Stanley, Dr.livingstone’un izinden kara Afrika’nın yüreğine ulaşan Amerikalı gazetecinin isminden, Fogg ise 80 günde Devrialem kitabının kahramanı, dünyanın çevresini üç aydan kısa sürede dolaşan Phileas’ı simgeliyordu.  Amerka’ya çok farklı bakışlarıyla birlikte dünyanın farklı ve otantik bölgelerine de göndermeleri ile dopdolu kitap-özellikle de Çin, Çinli kız, lokanta... Örneğin ay sarayı, pembe tabelali bir Çin lokantasının ismi.. Ay konusu Çin lokantasından, aya ilk basışa, Amerika’nın batı bölgesinin ay yüzeyine benzemesi, kitabın sonunda doğan aya kadar bir çok yerinde kitabın göndermelerle geçiyor. Ancak gerçekten neden ayı seçmiş olduğunu bulamadık. Her ne kadar Ay sarayı’nda yediği niyet kurabiyesinde çıkan cümle ; “ Güneş geçmiş; Dünya bugün; Ay gelecektir.” Şeklinde yorumladıysam da (bu sefer kitabı seçen ve toplantıyı yöneten bendim), ekibi ikna edemedim. Kitap, Marco’nun kendi kimliğini arayışı olarak yorumlanırsa, kitabın sonunda bunu buluşuyla, geleceğe yani aya bakışıyla göndermeyi yapıyordu yazar bana göre..sayfa 283 deki ay masalı da ayrıca hepimizi büyülemişti…

Niyet kurabiyesinden çıkan cümle, Tesla tarafından söylenmiş bir cümleydi. Effing’in yani Marco’nun büyükbabasının hayran olduğu, önemli bir bilim adamına aitti, her ne kadar Tesla tarihte hak ettiği şanı,şöhreti alamamışsa da, kitapta ironik bir biçimde bu önemli gerçek kişi,lik ile de ilgili bağlantı kuruluyordu.

Effing’in başına gelen kaza/saldırı, ona göre yaptıklarının ceremesiydi. Kitapta hiç din yok diye konuşan arkadaşlar, bu konuyla birlikte yazarımızın yahudi kimliğini gördüler. Vicdani br muhasebe, kitapta açıkça olmasa da cereme sözcükleriyle ifade edilmiş ve Effing rahatlamıştı, para dağıtması da bunun bir başka boyutuydu, bir de en uzun süre yanan Yahudi adak mümları…

Kitabın belirli bölümlerinde, farklı olay ve bakış açılarıyla Amerikan yaşam tarzına meydan okumuş, örneğin eylemsizlik ile protestosunda aç kalmayı seçişi, fast food, obezite kültürü ile çöpten topladıkları ile ince ince dalga geçişi…Marco’nun babasının kendini tarif ediş şekli ;   ” Ben, sistemin başarısızlığının canlı kanıtı; bolluk ülkesinin oburluktan çatlayışının somut örneğiydim.”

Eylemsizlikten vazgeçişi, yaşamda onunla ilgilenen, onu seven insanların varlığı ile oluyor.
Kitty ile olan ilişkisini anlatırken yalnızlığından ayrılışını ve ona bağlanışını çok çarpıcı bir şekilde anlatıyor…

Thomas Effing ismini büyükbaba, suni bir şekilde yaratırken, Amerika daki bir terim den yola çıkıyor,  mağarada yerine geçtiği adamın ismi olan Thomas ismini alırken, bu terim aklına geliyor, doubting Thomas, doubting yerine fucking Thomas yani kendi kendine hayatını mahvedev Thomas demek için Effing f-ing şeklinde karar veriyor…Türkçesinde bu şekilde anlatılmasa da İngilizcesinde, bu şekilde tarifleniyor.. İnsanların yaşamdaki seçimlerine de bu anlamda gönderme yapmış oluyor. Kimi zaman seçimler yerine yaşamımızı, yazarımızın dediği gibi rastlantılar, tesadüfler belirlese de, seçimlerin de önemli bir etkisi var.

James Joyce’dan sonra Paul Auster’i kitabındaki Effing kahramanının sanatla ilgili sözleriyle bitirelim :

Sanatın gerçek amacının, güzel nesneler yaratmak olmadığını kavradı. Sanat,dünyayı anlamanın, dünyanın özüne inmenin ve o dünyada kendi yerini bulmanın bir yöntemiydi ve bir tablodaki estetik değerler, nesnelerin özüne inme çabasının neredeyse rastlantısal bir yan ürünüydü…